Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (247): Asgarî ücret ve CHP’nin tavrı, Suriye’de Türkiye damgası, Gelecek ve DEVA’dan istifâlar

27.12.2024 medyascope.tv

27 Aralık 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız ve Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Bu da 2024’ün son “Haftaya Bakış”ı olacak. Kemal, merhaba. 2024 değerlendirmesi yapmayalım. Çünkü konuşacak çok şey var ve konuşa konuşa o kadar yorulduk ki; biraz bu haftanın somut olaylarıyla gidelim. Önce küçük bir parantez açalım: Nedim Yamalı Gelecek Partisi’nden istifâ etti ve AK Parti’ye katıldı. Böylece Gelecek ve Saadet’in kurduğu TBMM grubu bir kere daha düştü. Siyâsî partilerin Parlamento’da grup kurması için en az 20 sandalyesi olması gerekiyor. Onların milletvekili sayısı 20’ydi, birisi vefat etti. Onun üzerine CHP takviye vermişti, ama artık CHP takviye vermiyor. Anladığım kadarıyla, onlar şimdi DEVA’yı da katarak yeniden grup kurmaya çalışıyorlar. Ama ortada şöyle bir şey var: Nedim Yamalı’yı yıllardır bilirim, Ahmet Davutoğlu’nun en yakınındaki isimlerden biriydi ve partinin kilit isimlerindendi. Selim Temurci ve eski İstanbul İl Başkanı İsa Mesih Şahin İstanbul milletvekilleri, Nedim Yamalı da senin eski bölgen, Ankara 1. Bölge’den seçilmiş. Bu üç isim, Gelecek Partisi’ni AK Parti’ye taşıma çalışması yürütüyorlarmış. Hattâ Selim Temurci’nin Cumhurbaşkanı’yla görüşmesi ortaya çıkmıştı biliyorsun. Sonra biraz kem küm ettiler. Anladığım kadarıyla Selim Temurci AK Parti’ye birtakım lâflar etmiş, AK Parti’den birileri bunu gerekçe göstererek kabul etmemiş. Bir diğer husus da, “Davutoğlu kesinlikle olmaz” diyorlar. Davutoğlu’yla barışa kapı aralamıyorlar. Bir de Emine Erdoğan’ın eski Özel Kalem Müdiresi Sema Silkin Ün var; onu da Emine Hanım istemiyormuş galiba. Bu bir yerde akamete uğramış ve sonuçta Nedim Yamalı kendisi gitmeye karar verdi; ama anlaşılan istifâların devamı gelecek.
Şimdi burada şöyle bir durum var: Ankara 1 Bölge’ye “laikliğin kalesi” denir, değil mi? Ankara 1. Bölge’de Sadullah Ergin de vardı. Nedim Yamalı da oradan seçilmiş. Normal şartlarda hayatta milletvekili çıkartabilecek bir parti değil, hele Ankara 1. Bölge’den hiçbir şekilde çıkartamazdı. Kılıçdaroğlu bu partilere 37 ya da 38 milletvekili hediye etti ve bu partilerden doğru dürüst oy gelmedi. Şimdi millet iyice öfkelendi. Bir de üstüne AK Parti’ye geçince… Ama ortada Kılıçdaroğlu da olmadığı için millet kime kızacağını şaşırmış durumda. Bir de en son Mustafa Yeneroğlu dün DEVA Partisi’nden istifâ etti, o da İstanbul milletvekili, insan hakları savunucusu, hukukçu, avukat. Yeneroğlu galiba bir yere geçmeyecek, öyle gözüküyor. AK Parti’ye geçeceğini sanmıyorum. AK Parti onu alır mı? Onu da zannetmiyorum. Çünkü çok sert şeyler söyledi. Ama bu siyâset tabiî. Özellikle anayasa değişikliğinde her bir milletvekilinin değeri de olacağı için önemli. Ama ortada tam bir fiyasko yok mu? İstanbul’dan, Ankara’dan bedâvadan seçtirdiğin insanlar, birdenbire ortadan yok oluyorlar. Hiçbir hayrını görmüyorsun. Gelecek’te ya da DEVA’da kalsalardı ne hayrını görüyorlardı o da ayrı bir tartışma konusu. İnsanlar gerçekten ne diyeceklerini, kime kızacaklarını şaşırmış durumdalar.
Kemal Can: İnsanlar gayet haklı. İşâret ettiğin bu tuhaflık konusunda sen de haklısın. Galiba yakın dönemde, bu hareketliliğin –artık ne kadar siyâsî hareketlilik sayılırsa– devam edeceği anlaşılıyor. Biraz önce özetlerken, “Şu gelmek istiyor, ama ona rezerv var; bu gelmek istiyor, ona rezerv var” diye anlattın. Şu anda şöyle bir hava var: İktidar partisi AKP birtakım transferler yapmak istiyor ve adam bulmaya çalışıyor değil. Kapıda bekleyenler var, onları seçecek durumda. Şimdi bu bile, 2024 yerel seçimi sonrasındaki siyâsî dengenin, “Birinci parti olmayı kaybetmiş, yakında iktidârı da kaybedeceği neredeyse kesin görünüyor” diye târif edilen AKP’nin siyâsî pozisyonu açısından ilginç bir veri. Bir kısmı daha önce çok sert lâflar ettikleri için o insanların alınmaması gibi bir ihtimal AKP için pek geçerli değil. Bunun iki tâne önemli örneği var: Biri Numan Kurtulmuş, biri de Süleyman Soylu. Neler demişken geldiler. Zâten çok kuvvetli bir ortağı var: Devlet Bahçeli. O da Erdoğan’a neler demişken ortağı olmuş.

Ruşen Çakır: Burada bir parantez açayım. İzmir’de İYİ Parti’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ümit Özlâle, kampanyasında CHP’ye bayağı yüklenmişti. “DEM’lenmek” filan demişti, sonra CHP’ye geçmek istedi. O gerekçeyle almadılar önce. Geçmek istediğini ama alınmadığını bayağı güvenilir kaynaklardan öğrendim. Sonra alınıyormuş diye duydum. “Ne oldu? Lâflar mı kayboldu?” diye sordum; “Şimdi önümüzde bir anayasa süreci var, her bir ismin bir önemi var” denerek CHP’ye katıldı. Bu, bütün partiler için geçerli bir şey.
Kemal Can: Zâten onun çok önemli olmadığını düşünüyorum. Sâdece, şu anda böyle her önüne gelenin büyük faydalar temin ederek bu kapıyı kullanmasının önüne geçerek seçici olmayı tercih ediyor ve biraz da o güç değişiminin tadını çıkartmak niyetinde. Anladığım kadarıyla anayasa meselesi ve benzeri şeyler için Meclis aritmetiği konusunda da acelesi yok, sürecin içerisinde biraz daha avantajlı.

Ruşen Çakır: Orada bir mîlât var tabiî. AK Parti Kongresi galiba Şubat sonunda yapılacak. Öyle tahmin ediyorum ki orada toplu katılım gibi bir durum olabilir. Yâni bazılarını o kongreye kadar bekletebilirler.
Kemal Can: Ben şöyle bir hava vereceklerini düşünüyorum: Biraz sonra konuşacağız, Suriye vesîlesiyle yarattığı hikâye üretme imkânını, iç politikaya şimdiden tahvil etme adımları var. Ve bunu biraz kuvvetli bir geri dönüş havasına da çevirmek istiyor. Büyük bir ihtimalle, bu tür tek tek gelişler yerine, “Artık herkes buraya geliyor” havasını verecek. Çünkü bu kongrenin sonrasında, kabine değişikliği gibi konularda, bir iki ay önce Erdoğan’ın, “Yılbaşından sonra sürprizler bekleyin” dediği kongreyi değişim için işâret ettiğini de not edersek, bu tür bir hareketliliğin devam edeceğini bekleyebiliriz. Peki, bu tür hareketliliği devam ettirmeyi mümkün kılan zemin ne? Evet, dediğin gibi, bir kere 2023 seçiminde yaratılmış muhâlefet ittifâkıyla bağı son derece gevşek bir muhâlefet grubu oluşturulmuş durumda. O muhâlefet grubunun ne kadar muhâlefet ettiği ayrı bir tartışma konusu; muhâlefete sadâkatinin ne kadar devam ettiği de zâten görülüyor.
Ama daha önemli bir şey var: Bu muhâlefet-iktidar hattındaki pozisyon belirsizliği, tek tek insanların vasıfları ya da onların ahlâkî özelliklerinden kaynaklanmıyor, vasat buna imkân veriyor. Çünkü birbirinden farklı olarak ne söyledikleri, kimin neye neden karşı olduğu konusunda büyük bir belirsizlik var. Hele ki 2024 seçiminden sonra bu, “normalleşme”yle filan da iyice belirsizleşti. Yani daha önce, en azından seçmen düzeyinde, iktidar ve muhâlefet bloklarının hangi hattâ ayrıldıklarına ilişkin bir netlik vardı. Şimdi o netliğin de büyük ölçüde kaybolduğu, farkların işâret edilmesi ya da muhâlefet etmenin dinamiklerinin belirli hâle geldiği ve muhâlefet kamuoyunun da bu konuda hassas ve titiz bir tâkipçilik yaptığını da görmüyoruz. Yani bu olup biten karşısında bir nevi ilgisini kaybetmiş. Dolayısıyla, reaksiyon vermeyen… Meselâ “Kime tepki vereceklerini bilmedikleri için…” diyorsun ya; kime tepki vereceklerini bilseler de nasıl tepki vereceklerini kurgulayamıyorlar.

Ruşen Çakır: Asgarî ücret hikâyesine geçelim. Erdoğan’ın Suriye ile berâber eski bir hikâyeyi yeniden ortaya sürme gibi bir avantaj yakaladığını, özgüvenini de kazandığını söyledin. Bu konuyu ayrıca konuşacağız. Ama bir yandan bu varken, bir diğer yandan da muhâlefetin hâlâ bir hikâyesi yok.
Kemal Can: Muhâlefetin hikâyesi aynı. O da şu: “Bu iktidar çuvallayacak, duvara vuracak ve o zaman biz hazır olacağız”.

Ruşen Çakır: En son, canlı izlediğim CHP grubunda, Özgür Özel’in, “Asgarî ücret 30 bin, 30 binin altında yokuz” dediğini hatırlıyorum. Asgarî ücret 22,104 lira mı oldu?
Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: 22,104 lira oldu ve insanları genel greve çağırdı. Asgarî ücret üzerine MYK âcilen toplandı. Ben Ankara’daki arkadaşlara, “MYK’dan ne çıkar?” diye sordum. “Hafta sonu miting çıkar” dediler. Çıktı ama o mitingi de zâten CHP yapmıyormuş, galiba sivil toplum kuruluşları yapıyormuş. CHP de ona dâhil olacakmış. Meselâ Özgür Özel şimdi çarşı pazar dolaşıyor, insanlara “Bize destek olun” diyor. İnsanlar da, “Ne yapalım?” diye soruyorlar. “Mitinge gidin” diyor. En son, “2025 geçim değil, seçim yılı olacak” gibi bir şey söyledi. En son, güvendiğim bir kamuoyu araştırmasının yöneticisiyle konuştum. Suriye’den sonra yapılmış araştırmada AK Parti’nin oylarında 23 puan, Erdoğan’ın beğenilme oranında 10 puan artış varmış. Suriye’den sonra CHP’de çok büyük bir azalış yok, ama artış da yok. Birileri bir dinamizm yakalıyor, öteki taraf yakalayamıyor. Böyle bir durum var.
Meselâ, “Suriye konusunda CHP ne diyor?” diye soruyorsun. “Ne diyelim?” diye sana soruyorlar. “Asgarî ücret konusunda CHP ne yapıyor?” diye soruyorsun. “Ne yapalım?” diye sana bana soruyor. Ben nereden bileyim? Ben veya sen olsak ya da bir başkası CHP’de siyâset yapıyor olsa, belki içeride tartışırız. Ama sonuçta o MYK’lar niye toplanıyor? O kadar danışman, milletvekili niye var? Birtakım araştırmacılarla da ilişkileri var. Seçimden bu yana yakaladıkları büyük ivme %37 idi, değil mi? Ama %37 oy almış bir partinin, Türkiye’ye bir gelecek vizyonu sunmasında hâlâ çok ciddî bir sorun var. Çok elverişli alanlar var. Aslında Suriye de çok elverişli bir alan. Sonuçta, “Erdoğan’ın dediği oldu” gibi bir hava çıkmış olabilir; ama burada güçlü bir parti birtakım perspektifler sunarak pekâlâ olayda etkili de olabilir. Ya da meselâ en son asgarî ücret meselesinde herkes “%30 çok kötü” diyor. İktidar yanlısı birtakım insanlar gördüm. Birileri, “Bu Mehmet Şimşek kim? Erdoğan’ı zora sokuyor” diyorlar. Yani Erdoğan %40 istedi de Mehmet Şimşek Erdoğan’a rağmen, Erdoğan’ı %30’a mı iknâ etti? Böyle bir şey olabilir mi? “Erdoğan’a rağmen o rakam %30 oldu” diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Erdoğan zâten çıktı ve “Çalışanlarımızı enflasyona ezdirmedik” dedi. Buna rağmen hâlâ bir şey yok. Olmuyor, olamıyor ve “Yapanın yanına kâr kalıyor” gibi bir hava var. Bunu daha önce de yaşadık aslında. Meselâ 2019’daki yerel seçimde, CHP, bu seferki kadar olmasa bile İstanbul’u, Ankara’yı aldı, değil mi? Acâyip ve büyük bir şey oldu. Sonra baktık, sürekli Altılı Masa. İlk başta “Bir şeyler oluyor sanki” diye düşündük. Ama bütün sermâyeyi alıp o krediyi tüketiyor.
Kemal Can: Aslında galiba problem şu cümlede yatıyor: Muhâlefet bir rüzgâr yaratıp, bir dalga üretip, bundan bir başarı yakalamıyor. Ne 2019’da böyleydi, ne de 2024’te. Seçmen, iktidâra yönelik tepkisini sandıkta ifâde ediyor, rahatsızlığını belirtiyor. Bu rahatsızlığını da iktidâra oy vermeyerek ya da muhâlefete oy vererek gösteriyor. Aslında bir tür kart gösteriyor, bir tür sayım yapıyor yani. Fakat buradaki problem, bunun öyle olmadığını bilmelerine rağmen, muhâlefet aktörlerinin, siyâsî profesyonellerin, sanki kendileri bir şey yapmışlar da böyle olmuş gibi alıp üstüne yatmayı tercih etmeleri. Halbuki, bu bir şey yaptıkları için olmuyor; tam tersine, iktidarın yaptıklarına duyulan tepki böyle bir sonuç doğuruyor. Sâdece bu mantık üzerinden baksalar bile, muhâlefetin kurması gereken dil, iktidârın yapamadıkları ya da yapamayacakları değil, yaptıkları üzerine olmak olmalı. Meselâ, muhâlefet Suriye meselesinde de, ekonomi meselesinde de neyi yapıyor? Yani muhâlefet diye yaptığı şey ne? “Bu iktidar büyük bir açmazın içinde, yakında duvara toslayacak. Liyâkatsiz kadrolarla yürümeye çalışıyor, bu bir şey yapamaz.” Onun başarısızlığı üzerine, yapamayacakları şeyleri işâret ederek, yani “Suriye’de belâya bulaşacak, uluslararası alanda gözden düşecek, ekonomiyi batıracak” gibi, iktidârın muhtemel icraatının sonuç alamaması üzerine kurgulanmış bir muhâlefet yapıyor.
Oysa problem Suriye'de de, uluslararası alanda da, ekonomide de iktidârın yapamadıkları ya da beceremedikleri değil. Tam tersine, gelir dağılımını bu kadar bozan, zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan düzeni yaratan, uluslararası ilişkilerde fırsatçı, riskli ve problemli, pazarlıkçı bir tutum alarak, kısa vâdeli hedeflerin peşini süren bir şey yapıyor. Asıl muhâlefeti burada yapmak ve seçmenin gördüğü şeyi, kendi söyledikleriyle merak aktörünü değiştiren bir zemine oturtma ihtiyâcı var. Muhâlefet biraz konforlu olarak kenara çekilip, “Nasıl olsa bu iktidar eninde sonunda çuvallayacak, çuvalladığında da biz hazırda bekleyelim” muhâlefeti yapıyor. Ama şu anda gelinen noktada, muhâlefete oy vermiş seçmen de dâhil olmak üzere hiç kimse, bu temel sorunlar hakkında muhâlefet aktörlerinin ne düşündüğünü merak etmiyor. İktidar alternatifi olabilmenin birinci şartı, kamuoyunda senin çeşitli sorunlarla ilgili söylediklerine ilişkin bir merak oluşturmaktır. Senin ne dediğini merak etmeleri lâzım. Uluslararası düzeyde etkili aktör olmanın yolu da bu; çeşitli problemlerde çözüm adresi olarak işâret edilmenin yolu da bu. Muhâlefet şu anda hâlâ Suriye meselesinde de, ekonomi meselesinde de aynı şeyi yapıyor. Bu iktidârın ne yapamadığını ve ne yapamayacağını anlatıyor. Bununla gidebileceği bir yer yok.

Ruşen Çakır: Bu aslında geçmişten mîras kalmış bir şey. Yani burada yeni CHP’nin, daha doğrusu Kılıçdaroğlu gittikten sonraki CHP’nin o ilk başarısı, bir şeylerin değiştiği, değişmekte olduğu yolunda bir beklenti yaratmıştı. Çünkü seçimde bayağı profesyonel bir siyâset yaptılar, çok ciddîye aldılar. Sâdece iktidar kaybettiği için değil, aday seçiminde sorunlar olsa da performans olarak bir şeyler değişiyor gibiydi sanki. “CHP artık başka bir şey oluyor” havası oldu.
Kemal Can: Ama o bir ihtimal. İhtimâli sattılar.

Ruşen Çakır: Yani tekrar başa döndük gibi bir hava var. Şimdi bunu dile getirince de kızacaklar, ama açıkçası şöyle bir şey var: Şu anda Suriye’de çok önemli şeyler oluyor. Yabancı bir gazeteci bana “Muhâlefet bu konuda ne diyor?” diye sorsa, söyleyeceğim hiçbir şey yok. Muhâlefet, “Bekleyelim görelim” diyor.
Kemal Can: On iki senedir söylediğine devam ediyor yani.

Ruşen Çakır: Bir de “Bu adam başarısız olur, kravat taktı diye bu işi beceremez” önermesine yatırım yapıyor. Hiç de emin olmamak lâzım. Diyelim ki beceriksiz oldu, Allah göstermesin, ama diyelim ki tekrar Suriye’de iç savaş oldu: “Biz demiştik” olacak. Ama ne oldu? On iki yıl boyunca “Biz demiştik” dediniz, ama bir şey olmadı. Sonuçta, bir şeye dâhil olması, bir şeyler söyleyebilmesi gerekiyor. Meselâ “Asgarî ücret 30 bin liradan aşağı olursa biz yokuz” dedin. Asgarî ücret 22 bin lira oldu ve yine yoksun.
Kemal Can: Bu, gündelik hayatta da böyledir. “Bunu yaparsan, bak, çok fenâ olur” diyorsan, en azından bunu ikide bir söylüyorsan, bir keresinde çok fenâ olduğunu gösterebilmen lâzım. Beş kere bunu söyleyip, hiçbir ağırlık kazanmayan bir reaksiyonu örgütleyemezsen, “Gökkubbeyi indiririz. Siz orada duramazsınız. Şöyle dalga olur, böyle tepki olur” gibi bir lâf ediyorsan, hiç olmazsa iktidâra hakîkaten bunun işâretini gösterecek kadar bir varlığınız, buna göre bir hazırlığınız, buna göre bir organizasyonunuz, buna bir yeteneğiniz, harekete geçirebilecek bir heyecânınız yoksa, bunlar boş tehditlerdir. Sonunda boşa çıkan tehditler sizin zayıflığınızı gösterirken, ortalama kararsız seçmen nezdinde de, diğer tarafın “Yapamaz” dediğiniz şeyi sürdürebilme becerisi için, “Tamam, diyorsunuz, diyorsunuz da, adam devam ediyor” demesine yol açar. Hakîkaten hiç tehditte bulunmasanız, yapabildiğiniz kadarını yapsanız belki daha hayırlı olacak.
Şimdi meselâ genel grev çağrısı yapıyor. CHP senelerdir seçim çalışmalarında bir tâne sendikaya gitmemiş, bir tâne işyerine gitmemiş. O muhâfazakâr senin, bu milliyetçi aydın senin, o bilmem ne, karşı mahalleden oy alacağız diye her türlü acâyipliği yapmışsın. Sosyal demokrat bir parti olarak, çok ciddî bir zorluk içerisinde olan emek dünyasıyla organik ilişkini tamâmen kesmişsin; onlarla tek ilişkin, emekli olan konfederasyon başkanlarını milletvekili yapmaktan ibâret. Hiçbir temâsın yok ve sonunda sağa sola, işçilere, pazardaki vatandaşa “Sokağa çıkın” diyorsun. Senin demin sorduğun, “Biz ne diyelim?” sorusuyla aynı. Sen vatandaşa niye görev tevdî ediyorsun? Sen siyâsîi bir aktör olarak bunu yapmakla yükümlü değil misin? Siyâsî bir güç olarak, hakîkaten iddia ettiğin gibi birinci partiysen, birinci parti olarak kalmaya devam edeceksen, sen bunun örgütleyicisi değil misin?

Ruşen Çakır: Neyse Kemal, tamam. Bu arada Türk-İş’in bir daha komisyona katılmama karârını çok önemli buluyorum. Olay olmuş bitmiş, “Bir daha komisyona katılmıyoruz” diye çok isâbetli bir karar almışlar. Zâten katılınca ne oluyordu o da şüpheli.
Evet, biraz da Suriye’yi konuşalım. Zâten bayağı konuşuyoruz. Dün burada Kaya Heyse ve Göksel Göksu ile bir yayın https://medyascope.tv/2024/12/26/suriyede-son-durum-ne-video/ yaptım. Onlar orada bir hafta kaldılar biliyorsun. Çok ilginç gözlemleri var. İnsanlarda kaygılı bir bekleyiş olsa da, umut da var. Türkiye ve Türkiye gibi bir ülke olmak çok ciddî bir şekilde konuşuluyormuş. Bölgede kötünün iyisi gibi görebilecekleri Türkiye olduğu için çok konuşulduğunu düşündüm. Aslında Suriye Sünnî Arap çoğunluklu, nüfusun diğer yarısıysa tam bir mozaik. Son günlerde yeni yönetimle ve gidişatla ilgili haberler çıkıyor. Ne kadarı doğru ne kadarı abartılı bilmiyorum. Eski görüntülerin kullanıldığı da söyleniyor; ama birtakım olaylar da olduğu muhakkak. O olayların Ahmed eş-Şara ya da eski adıyla Golani ve yöneticilerin tâlîmâtıyla olmadığı anlaşılıyor. Ama çok sayıda grup olduğu için, onların da HTŞ denen yapıyı tam anlamıyla kontrol edemediği anlaşılıyor. Yanılmıyorsam en son Lazkiye’de eski Baas yöneticisine operasyon yapmaya gidenlere pusu kuruldu ve 14 kişi öldürüldü. Ya da Hizbullah’tan birileri bir kırsalda HTŞ’yle çatışıyorlar gibi birtakım haberler de var. Bunlar da gösteriyor ki, kurşun atmadan teslim oldular ama, önümüzdeki süreçte birileri bir şeyleri sürdürebilir.
Bir de tabiî ki Kürt meselesi hâlâ askıda. Ne olacağı hâlâ çok belirli değil. Fakat Türkiye’nin birinci derecede etkili rol oynadığı husûsu çok önemli ve bu rolü dünya da, özellikle Batı da benimsemiş durumda. “Diğerleri olacağına Türkiye olsun. Biz gerekirse Türkiye’ye yardım ederiz, onlar yapar” gibi bir yaklaşım var. Türkiye’nin o bölgesel oyun kurucu iddiası en azından Suriye’de kendini gösteriyor gibi. Ama Türkiye’nin bu kadar angaje olması da bir sorun. Ben çok sayıda uzmanla bu konuda yayınlar yaptım biliyorsun. Herkes aynı şeyi söylüyor: “Tamam, bu çok güzel. Suriye buradan ayağa kalkarsa Türkiye de istifâde eder, ama ya Suriye ayağa kalkamazsa, bu proje başarısız olursa, fatura yine doğrudan Türkiye’ye çıkacak.” Yani diyelim ki bu sefer Alevîlere bir şey olursa, Alevîler mi Türkiye’ye kaçacak? Ya da başka bir şey mi olacak? İç savaş çıkarsa kimler olacak? Böyle çok riskli bir durum mevcut. Şu âna kadarki gidişâta bakıldığı zaman, sanki sorunlar var, ama tren biraz yolunda gidiyor gibi. Yakın bir zamanda Erdoğan’ı da herhalde bir cuma günü Emevî Câmii’nde namaz kılarken göreceğiz, öyle anlaşılıyor.
Kemal Can: Aslında o operasyon sürecinde daha belirsiz ve daha az bilgi geliyordu. Şimdi alanda çok sayıda basın mensubu var. Medyascope da iki kişiyle gitti meselâ. Dolayısıyla daha doğrudan bilgiler alınabiliyor. En azından birbiriyle kıyaslanarak kontrol edilebilen, birkaç kaynaktan doğrulanabilen bilgiler hâlinde bâzı şeyler oluyor. Ama tabiî ki o büyüklükteki bir alanda hem kontrolsüz pek çok gelişme oluyordur, hem de senin demin işâret ettiğin gibi dezenformasyon, provokasyon, manipülasyon oluyordur. Herkes bu konuda aktif. Yani hem alanda aktif, hem de bilgide son derece tartışmalı şeyler var.
Bütün bunları süzerek, eleyerek düşünmeye çalıştığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Evet, Türkiye, özellikle de Erdoğan bu konuda bir hikâye üretme imkânının hevesine fazlasıyla kapılmış görünüyor. Hattâ T24’te Barçın Yinanç’ın bir yazısını https://t24.com.tr/yazarlar/barcin-yinanc/suriye-de-turkiye-nin-en-buyuk-rakibi-ak-parti-mi,47800 önereyim. Dikkat çektiği nokta îtibâriyle benim ilgimi çekti. Türkiye’deki süreçle ilgili tartışma başladığında, “Devletle Erdoğan arasında bir yaklaşım farkı var mı?” tartışmasının, şimdi, Suriye’de alandaki durumu Türkiye iç politikasına taşıma konusunda da olduğuna dâir bir yazı. Erdoğan’ın hemen “Suriye Fâtihi” gibi görünme konusunda biraz aceleci olduğu, ama devlet refleksinin biraz daha frenli gitmek ve o senin demin işâret ettiğin türden, uzun dönemde sorumluluk alma işinden ve alanların doğrudan yürütücüsü etiketinden kaçınmaya çalıştığı yönünde. Çünkü işin şöyle bir tarafı da var: Evet, Türkiye’nin rolü konusuna şu anda bir onay verilmiş görünüyor. Buna kimse çok fazla îtiraz etmiyor, ama bunun arkasında, daha sonra sorumluluğu atıp, işin negatif tarafını ihâle etme gibi bir hevesinin olup olmadığı ya da böyle bir fikri hazırlığın olup olmadığı tartışma konusu.
Şu andaki tabloda, Türkiye’nin bir tür gayriresmî manda yönetimi gibi, hem alanda hem de siyâsî iletişim anlamında, o kıyâfetlerle, verilen resimlerle, yapılan açıklamalar konusunda bir tür danışmanlık hizmeti yürüttüğünü ve galiba biraz da görünmeden elini alanda tuttuğunu görüyoruz. Çünkü bahsedilen sayısal şeyler de çok yüksek. Türkiye’nin hem silâhlı gücü hem sivil personeli anlamında bayağı geniş bir kapasitesi var. Şu anda da tam olarak oluşmamış bir silâhlı kuvvetler ya da ordu ve polis teşkîlâtı olmadığı için, söylediğin türden şeylerin yaşanması çok normal. Ama baktığımız zaman, bu karmaşa ve kaosun içerisinde, en azından şu âna kadar, “Koptu bu iş, gitti” görüntüsü vermemeyi becermiş görünüyorlar. Önümüzdeki günler nasıl gelişecek kestirmek zor. Fakat şu anda Suriye’de gerçekleşecek gelişmeler kadar, Suriye denkleminin Türkiye’de iç politikaya ve içeriye yansımasıyla ilgili kısmının biraz daha hız kazanacağını düşünüyorum açıkçası. Dediğin gibi Erdoğan’ın Emevî Câmii’nde namaz kılması gibi şeyler olursa bu daha da büyür. Ama zâten şu anda her koldan, özellikle de anketlere de yansımaya başlayan biçimde, bunu bir Erdoğan hikâyesine çevirme gayretine çok erken biçimde başlamış durumdalar ve bence istimi kaçmadan bunun sonuçlarını da içeride almaya çalışacaklar. Buradaki en önemli ayaklardan biri, geciken İmralı görüşmesi.

Ruşen Çakır: Tam da ona geliyordum şimdi. Normalde görüşme olacaktı, ama hava koşulları gerekçesiyle ertelenmiş. Ama benim şöyle bir hissiyâtım var — tabiî ki bu bir bilgiye dayanmıyor: Öcalan Suriye konusunda Ankara’nın istediği bir pozisyona sâhip olsaydı, Ankara bunu bilirdi. Zîra en azından devlet kendisiyle görüşüyor. Böyle bir mesaj vereceğinden emin olsalar, bence bu görüşme olurdu, erken olurdu. Öyle bir ârıza olduğu gibi bir düşüncem var. Bunun olduğunu kanıtlayamam ama…
Kemal Can: Ama senin bu düşüncenden gidersek, şimdi onay verilmesi de, ya bu pürüzün aşıldığını ya da bu pürüz aşılmadıysa bile artık ihtiyâcın kalmadığını düşündürür. Eğer o anlaşma gerçekleşmediyse ya da ortak bir zemin bulunamadıysa ve o yüzden gecikme olduysa, “Alandaki bu süreçle birlikte şimdi niye tamam oldu?” sorusunun da cevâbını vermek lâzım.

Ruşen Çakır: Öcalan’ın öyle garip bir dili var ya; yani hem “evet” diyor hem “hayır” diyor. Sonuçta bir şekilde dâhil olacak; ama çok net bir şekilde Ankara pozisyonunda olsaydı biz onun konuştuğunu çoktan görürdük… Meselâ seçim yenilendiği zaman öyle olmadı mı? Onu da yayınlatamadılar tabiî. Neyse, son olarak çok alâkasız bir konu, ama bir haber gördüm: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Külliye’de Fener Rum Patriği Bartholomeos’la görüştü. Bartholomeos, Heybeli Rum Ruhban Okulu’nun yeniden açılabilmesine yönelik işlemlerin hızlandırılması için Erdoğan’dan yardım istedi.” Bu, epeydir süren bir yılan hikâyesi. Bu söyleyeceğim tamâmen kişisel bir şey. Geçenlerde, nihâyet bir ortak tanıdığımız aracılığıyla Patrikhâne’de Patrik Bey’le tanıştım. Kendisini çok merak ediyordum, çok ilginç birisi. Uzaktan biliyordum zâten. Çok espritüel, çok acâyip fıkralar anlatıyor. Kırık bir Türkçesi var. Bâzı kelimeleri söylerken, özellikle çetrefilli kelimelerde, “Bu böyle söyleniyordu değil mi?” diye soruyor. Ruhban Okulu meselesine gelirsek, evet, Erdoğan pekâlâ bu okulu açabilir.  Ruhban Okulu’nu kimse açamaz, ama Erdoğan açabilir.
Kemal Can: Bir de ben bu konularda, bu “süreç” meselelerinde başından îtibâren şöyle düşünüyorum: Bahçeli’nin açtığı kapı, iddia edildiği gibi Türkiye’de bir normalleşme ve bir demokratikleşme adımına yol açmayacak. Ama uluslararası seviyede, sağladığı bu imajı tahkim edecek birtakım adımları çok rahatlıkla atabilir. Çünkü Türkiye’deki insanların demokratikleşmeden dolayı rahatlamaları, uluslararası aktörlerin, özellikle Avrupa’nın, Amerika’nın, Türkiye’nin dış politika alanında birtakım gevşemeler göstermesiyle kıyaslandığında, öbür meseleler onlar için Türkiye’deki insanların huzur ve esenliğinden daha mühim. Türkiye’deki insanların demokratik bir zeminde yaşayıp yaşamadıkları çok da umurlarında değil. Bunun en iyi farkında olan kişi de Erdoğan. Dolayısıyla, önceliklerini belirlerken meseleye böyle bakıyor. Ve dediğin gibi, bunları rahatlıkla yapabilir ve hiçbir yerde bir sorun çıkmaz. Aslında büyük bir ihtimalle şöyle bir paralellik olacak: Eş-Şara’nın Batı nezdinde kravatlı imajını tahkim ederken, Türkiye’nin de “güvenilir aktör” imajını tahkim edecek yan adımlar atmaktan hiç kaçınmayacaktır. Hele Trump sonrası döneme hazırlık için önemli. Bence Erdoğan zâten Trump dönemine hazır girmek istiyor.

Ruşen Çakır: Evet Kemal. 2024’ün son “Haftaya Bakış”ını bitirdik. İzleyicilerimize iyi bir yıl dileyelim.
Kemal Can: Evet, daha iyi bir yıl olsun. Her sene daha iyisini istiyoruz, ama her sefer daha kötüsünü buluyoruz

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler. Herkes iyi yıllar. Haftaya tekrar görüşmek üzere. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
02.01.2025 Mümtaz'er Türköne ile söyleşi: "Bu sürecin en büyük kaybedeni AK Parti ve Erdoğan olur"
29.12.2024 Ve yeni “Çözüm Süreci” başladı
27.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (247): Asgarî ücret ve CHP’nin tavrı, Suriye’de Türkiye damgası, Gelecek ve DEVA’dan istifâlar
25.12.2024 Transatlantik: Yeni Suriye’de Türkiye’nin rolü - Yemen İsrail’in hedefinde
24.12.2024 Altılı Masa’nın lâneti
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
20.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (246): Suriye’de yeni dönem ve Türkiye - CHP belediyelerine haciz
18.12.2024 Transatlantik: Trump Erdoğan’ı neden övdü? PYD/YPG’nin geleceği Golani’nin zor sınavı
17.12.2024 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişâtı (4): Suriye’nin geleceği - CHP’li belediyelere haciz
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı