Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (246): Suriye’de yeni dönem ve Türkiye - CHP belediyelerine haciz

20.12.2024 medyascope.tv

20 Aralık 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Biliyorsunuz geçen hafta Kadri Gürsel programa vedâî etti. Onunla pazartesi günleri “Hafta Başı”nı yapıyoruz. Biz tekrar başladığımız gibi Kemal’le baş başa devam ediyoruz. Kemal, hoş geldin.
Kemal Can: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: Bugün iki husûsu konuşacağız: biri Suriye, diğeri de CHP’li belediyelere yapılan haciz tâkibini, SGK borçlarını konuşacağız. Ama öncelikle bir son dakika gelişmesini konuşalım, çünkü olayla doğrudan ilgili: Erdoğan, Abdullah Öcalan’la DEM Partililerin görüşmesi konusunda onay vermiş. En geç 10 gün içerisinde, hattâ önümüzdeki hafta başı da olabilir, DEM Partili en az iki kişinin İmralı’ya Öcalan’la görüşmeye gideceği söyleniyor. Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın adı geçiyor. Onların adı zâten başta da geçmişti. Sonuçta bu görüşme artık olacağa benziyor. Bu görüşme aslında Bahçeli’nin çıkışıyla gündeme geldi. Ben hep “Bahçeli'nin İmralı açılımı” diyorum. Bahçeli önce Öcalan’ı Meclis’e, DEM Parti grubuna çağırdı. Sonra DEM Partilileri Öcalan’ın yanına yollamak istedi, ama biraz gecikti. Üstüne Suriye meselesi geldi tabiî ve şimdi Öcalan’la görüşme gerçekleşeceğe benziyor. Ben başından îtibâren Ankara’nın Öcalan konusunu, Öcalan’ın devreye girmesini, tabiî ki PKK’nın silâh bırakması, ama özel olarak Suriye bağlamında düşündüğünü savunuyordum. Şimdi çok daha anlamlı oldu. Birazdan daha detaylı konuşacağız.
Suriye konusuna gelirsek: Kürtlerin Rojava dediği bölge Fırat’ın doğusu, şu anda Suriye’deki en kritik nokta. Onun dışında meselâ en azından şimdilik Arap Alevîleriyle HTŞ’nin bir sorunu gözükmüyor. Bir kaygı var, ama en azından Arap Alevîlerinin silâhlı bir gücü yok. Ama öteki tarafta, HTŞ’den daha kalabalık ve belki daha donanımlı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) var. Ve bu meseleyi hem Şam’daki yeni yönetim hem de Erdoğan bir şekilde çözmek istiyor. Bunu nasıl çözecekler? Çatışmayla mı çözecekler yoksa iknâ ederek mi çözecekler? Biliyorsun biz Van’dayken Hakan Fidan cuma akşamı, “Ya kendini fesheder, ya da feshedilir” dedi. O sözleri gündemi bayağı belirlemişti. Ama sonra Hakan Fidan El Cezire’ye yaptığı açıklamada, “Suriyeliler kendi içlerinde halledecekler” dedi. Erdoğan bugün Mısır’daki toplantı dönüşü yaptığı açıklamada yine o konuya değinmiş, ama çok sert çıkışlar yapmamış.
Bana göre, Öcalan’ı devreye sokarak, onun Suriye’deki PYD/YPG/SDG’nin –o yapının çok fazla ismi var– Ankara’yla bir şekilde anlaşmasını sağlayabilecek bir aktör olabileceğini düşünüyorum. Öcalan’ın söylediklerini dinleyecek bir yapı söz konusu. Zâten görmüşsündür, Mazlum Abdi daha çocukken Öcalan’ın elinde büyümüş. Hattâ Öcalan’ın Mazlum Abdi’yi ideolojik eğitimden geçirdiği bir video gördüm. Bir de denizde yüzerken fotoğrafları var. Ankara böyle bir şeyi önemsiyor sanki. Bu olayı Öcalan üzerinden barışçıl bir şekilde çözerlerse ne âlâ. Ama tabiî ki çok da fazla bir şey vermek istemiyor Ankara. Öcalan görüşmesi artık olacak galiba; ama Öcalan’dan olayı çözebilecek bir açılım olabilir mi ve Ankara da buna râzı olur mu? Ne dersin?
Kemal Can: Evet. Aslında bu ziyâret meselesi işin başlangıç noktasının hikâyesi. Çünkü öyle başladı zâten. İlk, “Öcalan gelip Meclis’te konuşsun” çıkışıyla başladı bütün olay. Ama tabiî ki Suriye şu anda belirleyici faktör ve bu ziyâret meselesinin hem acele ettirilmesinde hem de biraz ağırdan alınmasında da yine Suriye’nin faktör olduğu anlaşılıyor. Bence acele de şuydu: Bahçeli’nin hâdiseyi sunuş biçimi de biraz öyleydi zâten. Özellikle İmralı’ya bir tür görev tevdî edip, “Elinizi çabuk tutun, daha iyi bir durumda olmayacaksınız. Bir an önce bunun parçası olun” îmâsı içeren bir tutumu vardı. Tabiî bu sürecin ne kadarına hâkimdi? Böyle olacağını ve bu hızda olacağını öngörüyor muydu, öngörmüyor muydu? Bu tartışmalar hâlâ açık. Ama Bahçeli hem yüksek çıtayla açılışında hem de daha sonra ısrarla, “Hadi, hadi! Vakit tamam” videoları yayınladı. “Tamam, o zaman hemen görüşsünler, o zaman İmralı’ya bir heyet gitsin” dedi. Bu konuda hep bir hız önerisi yaptı.
Yine kulislerden öğreniyoruz ki bu gecikmenin bir tarafı, “Suriye’deki resim iyice netleşsin de hem taleplerimizi hem verebileceklerimizi görelim” diye elbette iktidar kanadı ve Erdoğan’ın biraz bekletmiş olması ihtimâli var. Bâzı kulislere göre de Öcalan biraz zaman istemiş, yani ziyâretin biraz daha ertelenmesinin oradan gelen bir talep olduğuna ilişkin Ankara’da dolaşan kulis bilgileri var. Ama her iki durumda, iki tarafın da, “Suriye’deki resim bir netleşsin. Neyi konuşacağız ve hangi sınırlarda konuşacağız?” konusunun netleşmesini bekledikleri anlaşılıyor. Konuşulacak mesele açısından durum şimdi netleşmiş mi? En azından şöyle bir netleşme var: Eski durumun dengelerine göre pazarlık masası kurmanın artık pek mümkün olmadığını yavaş yavaş herkes idrak ediyor. Bunu nereden anlıyoruz? SDG’nin peş peşe gelen birkaç tâne açıklaması oldu. Birincisi, önce bayrak hikâyesiyle oldu.

Ruşen Çakır: Onun öncesinde Tel Rıfat’tan çekildi.
Kemal Can: Tabiî, tabiî. Doğuya çekilme konusu zâten fiiliyâta geçti.

Ruşen Çakır: Halep’ten de çekildi, biliyorsun.
Kemal Can: Evet. Sonra bayrak meselesi geldi. Suriye bayrağının Rojava bölgesinde kullanımına onay verdi. Daha sonra, şimdiki Şam yönetimiyle temas kuracağını îlân etti. Sonra, Kobani’nin silâhsız bir bölge hâline gelmesi… Çünkü Türkiye’nin orada tampon bölge talebinin tek kalan cebi Kobani. Bir tek orası ayrı bir bölge olarak duruyor. Onun dışındaki Kobani’nin batısında, hatta doğusunda, Türkiye’nin tampon bölgeleri zâten fiilen oluşmuş durumda. Dolayısıyla Kobani’yi silâhsızlandırma önerisi geldi. En son, galiba dün îtibâriyle, Hakan Fidan’ın senin de hatırlattığın konuşmada söylediği Suriyeli olmayan SDG güçlerinin ülkeden çıkabilecekleri, Rojava’yı terk edebilecekleri.

Ruşen Çakır: Onlar nereye gidecekler Kemal?
Kemal Can: Teoride Kobani’yi silhsızlandırma, tamam, tampon bölge olmasa bile karşılıklı güven artırıcı meseleler gibi birtakım şeyler ifâde ediliyor. Ama senin sorduğun soru çok kritik. Nasıl olacak? Nasıl olacak da olacak? Birincisi, nereye tahliye edilecekleri söz konusu.

Ruşen Çakır: Kandil’e mi yollayacaklar?
Kemal Can: Ama orada da Irak’la bir mesele var, hattâ bir de ayrıca Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle de bir sorun var. Çünkü yine SDG, Rojava’daki bütün Kürtlerin birlikte ve ortak bir heyet hâlinde Şam’la ilişki kurmasını talep etti. Ama oradan anlıyoruz ki Barzani’nin kontrolündeki Rojava’daki unsurlar buna yanaşmadılar. SDG’yle birlikte Şam’la, “Kürtlerin birliği” diye târif edilen hâdise gerçekleşmedi. Çünkü Barzani meselede daha çok Türkiye’ye kulaklarını kabartmış biçimde duruyor henüz. Bütün bunları bir araya getirince, birtakım pratik sorunlar var. Şimdi Rojava’nın ve Suriye’deki Kürtlerin statüsü meselesi Şam’la konuşulacak bir mesele. Ama SDG’nin senelerdir Kürtlerin en önemli kazanımı olarak târif ettiği şey özerk yönetim modelini mümkün kılabilmekti. Kısmî bir silâhlı güç tutarak belirli bölgede kalmak ayrı bir şey, ama HTŞ’nin açıklamalarından da görüyoruz ki böyle bir bağımsız özerk yönetim meselesi, sâdece Türkiye’nin îtirâzı olmaktan daha büyük bir sorun hâline gelmiş durumda. Başta HTŞ’nin ve şu andaki Şam yönetiminin de buna onayı yok. Anladığımız kadarıyla Barzani’nin yok. Türkiye’nin zâten yok. Dolayısıyla, bütün bu denklemin içerisinde, ortaklaşılabilir zemin ya da “Mutâbık kalalım” denecek anlaşma konusunda kimse ateşkesten öteye bir şeyi târif edemiyor. Sâdece şunu diyebiliyor taraflar: “Savaşmamak için ne istiyorsun? Onu konuşalım”. Ama bunun bir adım sonrası var. Orada varlığını devam ettirmek için bir yeni denge yaratılması.

Ruşen Çakır: Öyle bir şey var tabiî: Bu sâdece Kürtleri ilgilendiren bir husus değil, ama en çok Kürtleri ilgilendiriyor. Çünkü Kürtler şu anda en örgütlü, en silâhlı güç. Yeni yönetimin diğer kesimleri ne kadar içereceği ne kadar kapsayacağı meselesi var. Özerk yönetime yanaşmayan bir Şam, aynı zamanda sâdece ve sâdece HTŞ ve diğer İslâmcılardan oluşan bir yönetimle Suriye’yi yönetmeye kalkarsa işin rengi değişir. Meselâ şimdi Irak’ta biliyoruz ki cumhurbaşkanı Kürt ya da Lübnan’da başka şeyler var. Burada nasıl bir anayasa çıkacak, ne öneriyorlar Kürtlere? Tamam, “Özerk olmayacaksınız, şu olmayacak, federasyon da olmayacak. Ama şu olacak” dediği olayı yeni yönetimin insâfına bırakarak, “Biz size iyi davranacağız” diyerek anlaşılacak bir husus değil.
Bir diğer husus da Amerika Birleşik Devletleri meselesi. ABD, IŞİD’le mücâdele gerekçesiyle hep destek verdi. Trump’ın bu desteği kesip kesmeyeceği belli değil. Kesmese dahi, yani Amerika Birleşik Devletleri olaya dâhil olmaya devam etse bile, işin rengi oradaki Kürtlerin lehine olmayabilir. Fakat burada şöyle bir husus var — kimileri hiç önemsemiyor ama bence bir önemi var: İsrail var. The Guardian’da çıkmış, Haaretz’in şef editörünün yazısından bir bölümü arkadaşlar bana yolladılar. Orada diyor ki: “Uluslararası hukuku görmezden gelmek ve kuvvet kullanarak toprak edinmek, İsrail için hiç bu kadar kolay olmamıştı. Netanyahu Suriye’deki karışıklığı, sömürgeci İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi durumunda, Sykes-Picot Anlaşması’ndan bu yana, bölgedeki en önemli görüşme olarak nitelendirdi ve böylece sınırların yeniden çizildiği yeni bir döneme işâret etti.” Netanyahu, “Ortadoğu değişecek demiştik, değiştirdik” demişti ya? Orada bir taraftan Dürzîleri yanına çekiyor, öyle bir yakınlık var; ama Kürtleri de sürekli olarak zâten gündeme getirdiler. Nasıl olaya dâhil olur bilmiyorum, ama şöyle bir şey var: Suriye’deki Kürtler kiminle anlaşacak? Şam’la anlaşacak, Ankara’yla anlaşacak, Washington’la anlaşacak, Tel Aviv’le anlaşacak. Hangisiyle anlaşacak? Galiba ilk ikisinde bir formül üretilmeye çalışılıyor. O anlamda da Öcalan, belki gerek Şam’la, ama esas olarak Ankara’yla anlaşmanın söylemsel olarak politik bir şeyini sunabilir. Ama bunu yapması için, Ankara’nın bir şekilde Türkiye Kürtlerine bir şey vaat etmesi lâzım aynı zamanda. Öyle değil mi?
Kemal Can: Kilitlenen şeylerden biri o. Şimdi anayasa sürecinde Suriyeli Kürtlere verilecek statü ya da anayasal çerçevede tanımlanacak birtakım haklar meselesi, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiriyor tabiî — dilden başka, pek çok meseleye kadar…. Dolayısıyla böyle bir durumda Türkiye bu tür zeminlere onay verirken, her zaman içerideki denklemi hesaplayarak verecek. “Ne olacak? Bizim dışımızda Suriye’deki Kürtlere her türlü hak verilsin” diyebilecek bir pozisyonda değil Türkiye. Çünkü hem kendi ülkesi içerisindeki Kürtlerle ilgili bir anayasal statü tartışması var; çünkü bir yandan bütün bu süreci açan Bahçeli, “Kürt sorunu diye bir şey yok” diyor. Kendi içinizde olmayan bir Kürt sorununu başka bir ülkede bir problem olarak târif edip onu çözmeye kalktığınızda, başka bir denkleme oturuyorsunuz. O senin dediğin birbirini iknâ etmek, “Kiminle anlaşacak?” hikâyesi şu anda şöyle işliyor: Kürtler Amerika’nın aracılığıyla Türkiye’yle uzlaşmak zorunda. Türkiye de Şam’ı kendi uzlaştığı zeminde, aynı platformda tutma ya da platforma çekme işlevini görecek. Yani “Kim kiminle anlaşacak?” dâiresi böyle dönecek.
Amerikalılar şu anda ister IŞİD gerekçesine ister başka gerekçelere dayandırsınlar, sâdece Amerika’nın şemsiyesinden ibâret bir güvence, SDG için geçici olarak en azından bir saldırmazlık kalkanı yaratsa bile, bu uzun vâdede bir çözüm perspektifi değil. On yıldır da durum zâten aşağı yukarı böyle. On yıldır Afrin’i, Cerablus’u, yavaş yavaş daralarak orada sürekli sıkışan ve şimdi daha büyük bir kuşatmanın altındaki bir pozisyona sıkışıyor. Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak SDG’nin, Amerika’nın kalkanından daha fazla bir uzlaşma zeminine ihtiyâcı var. Bu uzlaşma zeminini yaratacak olan denklem, Amerika’nın arabuluculuğuyla Türkiye üzerinden gitmek zorunda. Çünkü HTŞ, SDG’yle bir çatışmaya girmemek için, önce doğuya doğru harekâtını kesti. Oradaki Münbiç harekâtını Suriye Millî Ordusu yürüttü. Ama en son Hakan Fidan’ın, “Bu artık HTŞ’nin işi” demesi, “Bu sâdece Suriye Millî Ordusu ve bizim tazyikimiz değil, artık HTŞ de elini taşın altına soksun ve oradaki tazyiki o da artık oluşturmaya başlasın” demek aslında. Dolayısıyla şimdi kaçınılmaz olarak bu denklem böyle işleyecek. Ben başından îtibâren, Bahçeli’nin açtığı sürecin de bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Türkiye elinin daha güçlü olduğunu ve şu andaki değişen durumun da elini daha da güçlendirdiğini düşünüyor. Ve bu güçlü eliyle, yaptırmak istediğinden fazlasını, yani Kürtlere vermekten çok Kürtlerden ne alacağı –SDG’yi kastederek söylüyorum–, onları ne kadar geriye iteceğiyle ilgili biraz

Ruşen Çakır: Şu anda işler yolunda gidiyor gibi gözüküyor. Yarın öbür gün şu ya da bu nedenle bu yeni Suriye projesi çatırdarsa o zaman işin rengi değişir.
Kemal Can: Evet, tabiî. Şöyle oransız bir şey de var. Şu anda nüfus yoğunluğu ve nüfus ve bölge kontrolü açısından SDG’nin oransız bir güç fazlalığı var. Yani hem silâhlı gücüyle nüfus arasında bir oransızlık var, hem de… Mesela hâlâ Rakka, Deyrizor kontrolünde. Ama bir yandan nüfus… demografi olarak…

Ruşen Çakır: Oradaki Araplar da çekildi zâten.
Kemal Can: Tam tersi. Dolayısıyla, böyle bir güçlüğü de var. Kendi içinde, kendi kontrol bölgesinde, dışarıdan gelen tazyikin dışında da bir kontrol problemi var. Askerî kapasitesi o oransızlığı dengeliyor, ama sonuçta iş “Bu ülke yeniden kuruluyor, anayasal çerçeve oluyor” meselesine geldiğinde, o zaman demografi devreye girecek.

Ruşen Çakır: Orada bir şeyi de unutmamak lâzım: Ülkeyi terk eden milyonlarca Suriyeli var. Bunların ezici bir çoğunluğu Sünnî Arap. Kürtlerden pek giden olmadı.
Kemal Can: Onlar Kobani zamânında geldiler, sonra IŞİD geriletilince tekrar geri gittiler.

Ruşen Çakır: Erdoğan’ın, “Türkiye Türkiye’den daha büyüktür” lâfını konuşalım. Bu lâf, birtakım millî duygulara sâhip insanları heyecana getiriyordur. Ne diyor Erdoğan? “Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa, Türkiye ve Türk Milleti de mukadderâtından kaçamaz. Millet olarak târihin bize yüklediği misyonu görerek buna göre davranmak zorundayız.” Suriye’deki bu son gelişmeler Türkiye’de birçok insanı heyecanlandırabilir ama, aynı şey herhalde Arap dünyasını, Suriye’yi bir Arap toprağı olarak görenleri, Suriyelilerin önemli bir kısmını öfkelendiriyordur. Geçen gün yaptığım yayında https://medyascope.tv/2024/12/18/suriyede-yeni-donem-ve-turkiye-video/ bu konuyu yorumladım. Bu bölgesel güç olma iddiasında, Suriye’de yaşananlar ve şu anda Türkiye’nin oradaki konumu, İbrahim Kalın’ın Emevî Câmii’ndeki görüntüleri… Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Von der Leyen de Erdoğan’la konuşuyor, gidip Suriye’yle konuşmuyor bunları. Bütün bunlar çok net gösteriyor ki bu olayın taşıyıcısının Türkiye olduğu konusunda bir mutâbakat var. Herkes de söylüyor bunu zâten. Peki, bundan herkes memnun mu? Avrupa için, ABD için bu belki olabilir. Türkiye eninde sonunda, “Biliyoruz, pazarlık edebiliriz” diyebilir. Ama bir İran için, bir İsrail için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Türkiye şu anda nihâyet bölgesel güç olduğunu burada gösterdi. Ama önünde çok ciddî bir süreç var. Meselâ bugün de Amerikalı diplomatlar görüştü Ahmed eş-Şara’yla. Herkes bir şeyler istiyor, bir şeyler vaat ediyor, geri dönüşler ufak ufak başlıyor. Ama işler bir yerde karışırsa… Bir taraftan İsrail, bir taraftan İran. Bir de HTŞ garip bir koalisyon. Bu yapının içerisinde içki veya kadın konularında içlerinde de bir pürüz çıkartan da olabilir. Yani çok ârıza çıkma potansiyeli var. Türkiye şu anda bir fırsat yakalamış, tamam, ama risklerin altından kalkabilecek mi? Bir de bu tek başına kendisinin yapacağı bir şey değil. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde bazı yerlere gitti, oraya birtakım insanlar görevlendirdi; vâli yardımcıları, şunlar bunlar. Ama sonuçta Suriye’yi Suriyeliler kuracak. Nasıl olacak? Açıkçası kapı her ihtimâle açık, ama çok zor bir süreç. Zâten Suriye için zor, Türkiye için ayrıca zor. Tamam, orada Türk müteahhitler para kazanacak; mültecilerin, sığınmacıların bir bölümü gidecek. Erdoğan o anlamda bunu siyâseten kullanacak gibi birçok artı var. Ama işler bir yerde bir bozulursa, zincirin halkası bir koparsa, bu fatura da Erdoğan’a, ama asıl olarak Türkiye’ye gelecek. Yani 12 yıl boyunca nasıl biz ödediysek… tabiî ki en çok Suriye ödedi; ama Lübnan da ödedi, Ürdün de ödedi, biz de ödedik. Şu anda bir başarı var; ama bu başarının kalıcı olması, kurumsallaşması çok zor iş.
Kemal Can: Kuşkusuz. Pek çok dış politika meselesinde, Erdoğan’ın daha önce yaptıklarına ya da Türkiye’nin son 20 yıldaki dış politika manevralarına baktığımızda, bu tür uzun dönemli stratejiler, tutarlı ve uzun vâdeye yayılmış daha ilkesel tutumlar, daha uzun vdeyi öngören veya planlayan, riskleri minimize eden, yani geleneksel Türk politikasının tarzı olan sulh ve uzak kalma prensibinden çok uzak, hızla kısa vâdeli fırsatlara hamle eden, kısa vâdeli hamleler yaparak oradan pazarlık imkânları üreten bir çizgiye geldi ve Erdoğan böyle yürüttü. Dediğin risklerin hepsi geçerli. Ama bence kafasındaki şey, bir şekilde târihi geri bükerek, gecikmiş 2011’i yeniden realize etmek.
Hatırlarsan, Erdoğan 2011’de, Esad’ı yıkmak, Emevî Câmii’nde namaz kılmak hedefini, Amerika ve Avrupa’yla, o zamanın koalisyon güçleriyle, küresel aktörlerle bir tür partner olarak ve onların adına bir kısmını üstlenip, hattâ daha sonra bu yıkımdan ortaya çıkacak îmârın da heveslisi olarak projelendirmişti. Ve bunu Batı başkentlerinde, Amerika’da pazarladı. Sonunda bu iş olmadı. İki nedenle olmadı. Birincisi, bu Batı için çok câzip, iktisâden çok kârlı bir şey değildi; çünkü Suriye kaynaklar açısından zenginlik taşıyan bir ülke değil. İkincisi, bu çok büyük bir bataklık olduğu için riski çok büyüktü. Başta göçmen meselesi, Avrupa için çok yakın bir tehlikeydi. Üçüncü faktörse, Rusya ve İran’ın denklemdeki yerleriydi ve bu yüzden olmadı. Ama olmadığında Erdoğan geri çekilmedi. Daha önce de burada konuştuk. Meselâ İdlib meselesinde yine çok riskli bir hamle yaptı. İdlib aslında bir tür çok büyük, neredeyse koltuğunun altında el bombası tutmak gibi bir şeyken, oraya kontrol noktaları kurup, bir de oradaki durumu stabilize halde tutmak ya da geçici bir süre dondurmak konusunda sorumluluk üstlenip, bir sürü göçmeni ülkesine alarak, bu riskle bu kadar sene götürdü.
Şimdi, senin dediğin o fırsatlar penceresinden bir tür 2011’in, yine Batı’nın kısmen finanse edeceği bir şeyin yürütücülüğünü, taşeronluğunu ya da müteahhitliğini alarak, belki Suriye’nin îmârı hikâyesinin iktisâdî câzibesini kullanarak, kısmen yine buradaki durumun daha beter bir hâle gelmemesi ve bir tür yeni bir dengede donma hâline yatırım yapabilecek Körfez sermâyesinin, özellikle de Katar’ın desteğini alarak böyle bir şeyin yürütücülüğüne heves ettiği anlaşılıyor. İdlib deneyinden yola çıkarak, bütün Suriye’de bunu yapmaya çalışıyorlar. Bunu yapabilirler yapamazlar, ayrı bir şey. Ama kurdukları şey bu. “Onu yaptıysak bunu da yaparız” diye düşünüyorlar. Bu olur veya olmaz, o ayrı bir şey; ama bence, kafalarında, olaya gayet kısa vâdeli bakıyorlar. Senin dediğin gibi, bundan 5 yıl sonra, bu iş içinden çıkılmaz bir bataklığa döner mi? Bu işteki riskler yönetilmesi çok zor bir yeni denklem yaratır mı? Bu olasılıkların hepsi var. Ama şu anda hem bunun iç politikadaki satışını hem de bölge ülkesi olarak Avrupa’yla, Amerika’yla, herkesle muhâtaplığını yeniden kuran… Hatırlarsan, bundan çok kısa bir süre önce Erdoğan, artık kimsenin ciddîye almadığı, kimsenin çok fazla görüşmek istemediği, Amerika’da Başkan’la görüşme ayarlayamayan, Batı’nın artık terk ettiği bir aktör gibi sunulurken, önce Ukrayna, sonra üstüne de bu hâdise gelince, şimdi tekrar, “Bir sürü meseleyi onunla halletmek zorundayız” diyen Trump yönetimiyle birlikte bu daha da arttı. Şimdi bunu kullanabileceğini düşünüyor ve bunun kısa vâdede getireceklerine baktığında, uzun vâdedeki riskleri önemsiz görüyor olabilir.
İsrail konusundaysa şöyle bir durum var: İsrail’in orada sağladığı şey hem tampon bölge, hem işgal, hem bir tür gemlenemez güç kullanma fütursuzluğu gibi şeyler, aslında ilginç biçimde hem Erdoğan’ın ve Türkiye’nin heveskârlığını artırıyor hem de bir örnek teşkil ediyor. Bunu daha önce de konuştuk. Meselâ Amerika’nın da onayıyla, İsrail’in tampon bölgeyi genişleterek orada bir güvenlik cebi oluşturması, hattâ güvenlik cebini geçip açık işgal sınırına kadar ilerlemesi, Türkiye’nin tezlerine yarıyor. Neye yarıyor? Amerika’yla pazarlığında, “İsrail'in güvenlik hakkı varsa benim de güvenlik hakkım var” diyebilmesi — ki Amerika’da da bayağı Kürt taraftarı olan birtakım aktörlerin, “Tamam, evet. Bunlara dokunmaması lâzım Türkiye’nin, ama güvenlik kaygılarının da gereğinin de yapılması lâzım. Bu tampon bölge olabilir” diyen birtakım Cumhuriyetçi senatörler var. Dolayısıyla, ben senin sorduğun şeye şöyle cevap vereyim: Kısa vâdedeki fırsatlar, uzun vâdedeki riskleri daha hafife almayı yaratıyor. Şu andaki tablo, gördüğümüz resim bu.

Ruşen Çakır: Şu anda çok net. Geçenlerde burada yabancı medyaya çalışan bir gazeteci arkadaş vardı. Bana hemen, “Ne dersin? Erdoğan erken seçime gider mi?” diye sordu. Neden olmasın? Çünkü şu anda kendisini bayağı güçlü hissediyor. Meselâ şu anda Mardin’de kongre yapıyor, kongrelere gidiyor. Çok dinamik yani. Galiba TGRT haberde geçmiş, bir iddiaya göre, “15 gün içerisinde Şam’a gidecek, Emevî Câmii’nde namaz kılacak, Golani’yle görüşecek” diye haberler çıkıyor. Ne derece doğru bilmiyorum, ama şaşırmam. Emevî Câmii’nde namazı kılacağını biliyorum da 15 gün içinde mi olur, 15 ay içinde mi olur bilmiyorum; çünkü o bayağı sembol bir şeydi. Erdoğan şu anda güçlü.
Buradan muhâlefete de geçeceğiz. Muhâlefet Suriye konusunda, “Ne yapabiliriz ki?” diyebilirler. Ama sonuçta Erdoğan, “Türkiye Türkiye’den büyüktür” diyor, orada bir varlık gösteriyor. Bugün uçakta söyledikleri tam olarak o. “Biz her türlü deneyimimizi aktaracağız” diyor, “Sayın Golani” diyor. Orada bir güç var. Erdoğan yeni bir hikâye anlatıyor.
Kemal Can: Bu da böyle hüsnükuruntu gibi değil. Çünkü bir sürü Batı merkezi, Trump, şu da bu da, “Tabiî, bununla yapacağız bu işleri” diyor.

Ruşen Çakır: Peki muhâlefet ne yapıyor? Gölge Millî Savunma Bakanı Yankı Bağcıoğlu mu? Geçen gün, “Kuzeydoğuda askerî harekât gerekirse, elbette yapılır” diyordu. Onun dışında çok da farklı bir şey söylemiyor. Böyle bir hikâye var.
Artık SGK hacizlerine geçelim. O da karışık bir iş oldu. Mansur Yavaş, ABB’nin 16 iştirâkinden yalnızca 6’sına âit olduğunu söyledi. Ama İstanbul’da henüz öyle bir net bir şey yok. O süreç başladı mı bilmiyorum? Ama resmen SGK borcunun tahsil edilmesi için paralarına el koyuyorlar ve bu çok ciddî bir meydan okuyuş. Yumuşama, normalleşme, hepsi geride kaldı. Tabiî orada şöyle bir husus var. CHP’li belediyeleri çalıştırmadığı zaman, “CHP’li belediye hizmet götüremesin ve seçmen desteğini kaybetsin” hesâbı mı yapıyor? Çünkü tam tersi de olabilir. Seçmen açısından bakarsak, “Merkezî idâre CHP’li belediyeleri cezâlandırıyor ve CHP’lilere olan kinini, İstanbul, İzmir, Adana halkından çıkarıyor” deyip iktidâra daha mı fazla kızacak? Yoksa, “Neden olduğundan bana ne? Neden bana hizmet getirmiyor?” diye CHP’li belediyeye mi kızacak? Bunu pek anlamadım. Bunun siyâsî seçmen tercihine etkisi ne olur bilmiyorum, ama burada çok açık bir şekilde bir cezâlandırma var. Bu çok net. Bir de biliyoruz ki “SGK borcu” deyince ilk akla gelen yerler belediyeler değil, özel sektör.
Kemal Can: Ayrıca iktidârın da belediyeleri var.

Ruşen Çakır: Bir de tabiî bâzı belediyeler borçların büyük bir kısmını geçmişten devralmışlardı. Meselâ Manisa’yı, Balıkesir’i, Bursa’yı yeni aldılar. Henüz oralar için bir şey söylenmiyor. Bu garip bir durum hâlini aldı. Bir ara ilk çıktığında çok konuşuldu, fakat şimdi biraz unutuldu gibi. Ama yarın öbür gün, olay doğrudan paraları almaya dönüştüğü zaman herhalde hatırlanır. Şu anda Mansur Yavaş çok şikâyet ediyor. Çünkü onlara doğrudan bir şey yapılmış.
Kemal Can: Evet, bir cezâlandırma tarafı var. Hattâ muhâlefet belediyelerini ve dolayısıyla muhâlefet partilerini hükmî şahsiyeti îtibâriyle cezâlandırmanın yanında, seçmene de dolaylı bir cezâlandırma var. Çünkü hatırlarsan, iktidârın yerel seçimde kullandığı temalardan biri, “Merkezî hükûmetle problemi olan birini seçerseniz işiniz zor olur” söylemiydi. Dolayısıyla, aslında dediğiyle tutarlı bir yaklaşım oluyor. Zâten Erdoğan bunu açıktan söyledi: “Bakana söyledim, silkeleyin” dedi. Yani bu böyle bâzı şeyleri, sıkıştırmayı alttan alta yaparlar, müfettiş gönderirler, hayâtı zorlaştırırlar vs.; ama bunu sen, ben, vatandaş bilmez. Bu öyle değil. Bu göstere göstere yapılan bir şey, îlânen yapılan bir şey. Daha önce söylendi, tekrar tekrar söylendi. Ben o yüzden burada cezâlandırma tarafı olmakla birlikte, biraz sıkıştırma işi olduğunu düşünüyorum. O da şu: Muhâlefet, özellikle CHP, 2024 îtibâriyle birinci parti olmasının hemen sonrasında, bütün muhâlefet stratejisini, yerel yönetimler ya da yerel yönetimlerdeki iktidârının performansını bir genel iktidar performansı olarak vitrinleme üzerine kurdu. Yani neredeyse başka hiçbir muhâlefet enstrümanı kullanmadan, hattâ mümkünse muhâlefet de yapmadan. “Biz daha iyi yapabildiğimizi göstereceğiz. Zâten seçmende bize doğru bir eğilim oluştu. Hattâ iktidâra da fazla bulaşmayacağız”. O meşhur “normalleşme” politikası... “Biz liyâkatimizi, nasıl başarılı olduğumuzu yerel yönetimlerde göstereceğiz. Seçmen de, iktidar olduğumuzda bizim diğer meseleleri de çözebileceğimize iknâ olacak.” Buna göre kurulmuş bir stratejiye karşı, merkezî iktidârın, “Bak ben sana iki hamle yaparım, sen de o vitrinini böyle kullanamazsın” demesi, aslında kurduğun muhâlefet stratejisinin bir tür zorunlu sonucu.
Muhâlefet etmenin tek vitrini yerel yönetimlerinin performansı olursa, merkezî iktidar da senin yerel yönetimlerinin performansını düşürecektir. Bunu kayyumla yapar, soruşturmalarla yapar, müfettişlerle yapar. Bunu, Selçuk Belediyesi’nin otoparkını elinden alarak, kreşlerini kapatarak, belki yarın öbür gün, çeşitli yasal bahânelerle başka birtakım sosyal belediyecilik faaliyetlerini engelleyerek yapar. Daha önemlisi de para kaynaklarını kısarak yapabilir. Açıkçası muhâlefetin bu konuda eli çok zayıf. İki nedenle çok zayıf. Bu tür şeyler yaptığında, birinci parti olma iddiasındaki bir partinin yaratabileceği, “Gökkubbe yıkılır, sokaklar dolar, halk seni mahveder” gibi, lâfta kalan, bunun hiçbir karşılığını görmediğin boş efelenmelerle, “Hadi gel. Yapsana. Yap da gör bakalım!” gibi söylemlerden öteye gidemiyor. Şimdi meselâ ne oldu Esenyurt? Kayyum geldi. Hani Esenyurt’un önünde demokrasi nöbeti? Boğaziçi Üniversitesi’nin hocaları kaç yıldır hâlâ karda, yağmurda çıkıyorlar ve direniyorlar. Şu anda Esenyurt Belediyesi’nin önünde bir tâne CHP’linin durduğunu biliyor muyuz?

Ruşen Çakır: Muhâlefete muhâlefet yapma Kemal.
Kemal Can: Ben şunu anlatmaya çalışıyorum. Tek malzemen, “Ben yerel yönetimlerde kerâmet göstereceğim. Herkes de bunu görecek” ise, o zaman çok basit hamlelerle, hattâ belki bir şey yapmadan bile, yani sâdece bu ihtimâli düşünen seçmen açısından, sen de demin sordun ya, “Buna ters reaksiyon mu verir, yoksa hizmet götürmediği için CHP’ye mi kızar?” diye. Evet, bu riskli bir şey. Ama iktidar, muhâlefet aktörlerini defalarca kayyum politikalarıyla, başka şeylerle sıkıntıya sokarak seçmenin artık, “Tamam, ben artık kesinlikle muhâlefeti destekliyorum. Çünkü onlar çok daha iyisini yapıyor” tercihini kullanmasının önünü kesebilirdi. Bir de ayrıca, neredeyse ikinci yılına giriyoruz, bu yılı tamamladık 2024, birinci parti yılı bitti. 2025 îtibâriyle, tamam, bir ekonomik kriz tablosu var; ama iktidar şu anda tamâmen başka bir hikâyeyi, biraz önce ilk turda konuştuğumuz hikâyeyi anlatıyor. Öbür taraftan da senin tek enstrümanın olan yerel yönetimleri de istediği anda boğazını sıkabileceği bir şey olarak göstererek başka bir pozisyon alıyor.

Ruşen Çakır: Erdoğan Mardin’de kongrede, “CHP’de genel başkanlar değişse de iş bilmezlik, beceriksizlik ve cehâlet CHP geleneği olarak varlığını aynı şekilde devam ettiriyor” demiş. Yakın zamâna kadar Özgür Özel’i hep överdi, saygılı konuşurdu. Artık Erdoğan fiilen bildiğimiz Erdoğan’a döndü.
Kemal Can: Artık normalleşmeye ihtiyâcı kalmadı. Yani normalleşme bu türbülansı, 2024 yenilgi travmasını atlatmak içindi. Bunu burada kaç kere konuştuk. O travmayı atlatmak için bir zamana, es verilmesine ihtiyâcı vardı ve o es de ona sunuldu. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal Bey, bitirelim. “Haftaya Bakış”a burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize çok teşekkür edelim. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
02.01.2025 Mümtaz'er Türköne ile söyleşi: "Bu sürecin en büyük kaybedeni AK Parti ve Erdoğan olur"
29.12.2024 Ve yeni “Çözüm Süreci” başladı
27.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (247): Asgarî ücret ve CHP’nin tavrı, Suriye’de Türkiye damgası, Gelecek ve DEVA’dan istifâlar
25.12.2024 Transatlantik: Yeni Suriye’de Türkiye’nin rolü - Yemen İsrail’in hedefinde
24.12.2024 Altılı Masa’nın lâneti
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
20.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (246): Suriye’de yeni dönem ve Türkiye - CHP belediyelerine haciz
18.12.2024 Transatlantik: Trump Erdoğan’ı neden övdü? PYD/YPG’nin geleceği Golani’nin zor sınavı
17.12.2024 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişâtı (4): Suriye’nin geleceği - CHP’li belediyelere haciz
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı