Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Bahçeli DEM Parti açılımından ne umuyor, ne bulabilir?

07.11.2024 medyascope.tv

7 Kasım 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Her ay yaptığımız gibi MetroPOLL Araştırma’nın “MetroPOLL In Depth”, derinlemesine analiz raporunu Prof. Dr. Burak Bilgehan Özpek’le konuşuyoruz. Ekim ayının araştırmasına, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti, hattâ Öcalan’a yönelik açılımı damga vurmuş — ki kamuoyunda da öyle oldu. Bu konuyu özel olarak derinlemesine konuşacağız. Onun dışında, partilerin oyları konusu var, onları da değerlendireceğiz. Burak, merhaba.
Burak Bilgehan Özpek: Merhaba Ruşen ağabey.

Ruşen Çakır: Öncelikle, bir Beşiktaşlı olarak, Avrupa’daki başarılarınızı tebrik ediyorum. Ben Beşiktaşlı değilim, tabiî senin Beşiktaşlı olmanı tebrik ediyorum.
Özpek: Teşekkürler.

Ruşen Çakır: Bu ayki araştırmanız, Bahçeli’nin DEM Parti’ye el uzatması ve sonra 22 Ekim’deki grup toplantısında yaptığı o meşhur, “Öcalan’ın tecrîdi kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grubunda konuşsun” çağrısından önce yapılmış. Ama yine de sizin Ekim ayı In Depth araştırmanıza epeyce damga vurmuş. Bu konuya gelmeden önce partilerin oylarına bir bakalım. Siz bir ara CHP’nin kıl payı ikinci parti olduğunu bulmuştunuz. Sonrasında birinci parti oldu. Şu anda bakıyorum, 1 puan önde görünüyor CHP. Bu ne anlama geliyor?
Özpek: Geçmiş araştırmalardaki kararsız oranının biraz düştüğünü, ama yine çok yüksek olduğunu söyleyerek başlayayım. Kararsız oranı çok yüksek olduğu için bunu partilere nasıl dağıtmamız gerektiği konusunda biraz kararsızlık yaşıyoruz. Genel olarak bütün araştırma şirketlerinde de benzer bir sorun olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu kadar kararsız oranı normal değil. Geçtiğimiz ay %36’ydı, bu ay %31 çıktı. Yine çok yüksek bir kararsız oranı var. Kararsızlar dağıtılmadan önceki puanlara baktığımız zaman da Cumhuriyet Halk Partisi’nin yaklaşık 1 puan önde olduğunu görüyoruz. Yalnız şunu tekrar belirtmekte fayda var: Anketin alt kırılımlarına baktığımız zaman, bu kararsız kitlenin, ağırlıklı olarak AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi seçmeni olduğu görülüyor. Yani 14 Mayıs’ta AKP ve MHP’ye oy veren seçmenler var; bu seçmenler, “Yarın seçim olsa kime oy verirsiniz?” sorusuna yine partilerinin ismini zikrederek cevap vermiyorlar. Meselâ AK Parti seçmeninin sâdece %58,5’i AK Parti’ye oy vereceğini söylüyor. Buna %60 desek, %40’lık bir kesim AK Parti’yi tercih etmediğini söylüyor. Milliyetçi Hareket Partisi’nin sâdece %36,5’i, yani üçte biri Milliyetçi Hareket Partisi diyor. Zâten bu ayın araştırmasında en dikkat çeken, aslında bizim düşünce paradigmamızı değiştiren hâdise, –eğer böyle devam ederse– Milliyetçi Hareket Partisi’nde oy düşüşü oldu: Kararsızlar dağıtıldıktan sonra %6,3 — ki biz aylardır Milliyetçi Hareket Partisi’ni böyle bulmamıştık, neredeyse %10 civârında sâbitti. Ancak Devlet Bahçeli’nin o meşhur konuşmasından önce olmasına rağmen bile, oy düşüşünün başladığını görüyoruz.

Ruşen Çakır: Onu detaylı bir şekilde ele alacağız. Bu araştırma raporunda kararsızlar dağıtıldıktan sonra, DEM Parti’yi de katarsak üç parti %7 barajını aşıyor görünüyor. MHP barajın sınırında, İYİ Parti de biraz gerisinde görünüyor. Yeniden Refah ve Zafer Partisi’nin barajın epeyce uzağında olduğunu görüyoruz. Türkiye İşçi Partisi kezâ öyle. Bu, eğer seçim sisteminde bir değişiklik olmayacaksa ittifak meselesinin yeniden gündemimizde olacağını gösteriyor. Şimdi burada Cumhur İttifâkı zâten var, MHP için bir sorun olmayabilir. Ama muhâlefette birçok parti barajı geçebilmek için daha önceki Millet İttifâkı’na benzer bir ittifâka girmek isteyecek. Ama anladığım kadarıyla CHP bu işlere artık çok teşne olmayacak. Ne dersin?
Özpek: Çok zor bir durum. Eğer milletvekili dağılımı açısından konuşursak, bu ittifakların, yanlış tasarlandığı takdirde birçok seçmeni kaçırdığı da ortaya çıktı. Bizim geçmiş döneme dâir öğrendiğimiz bir ders varsa, 2+2’nin 4 etmeyeceği. 2+2 bâzen 3 yapabiliyor. Çünkü ideological compromise dediğimiz bir hâdise var. Meselâ ideolojik olarak pazarlık yapıldığı zaman, partilerin çok ideolojik seçmenleri var, onlar bu ittifakların dışında kalabiliyorlar, dolayısıyla oy kaybedebiliyorsunuz. Bence İYİ Parti-CHP ittifâkı doğru cumhurbaşkanı adayı üzerinde uzlaşsaydı bu kadar oy kaybetmezdi. Ama olmadı. Her zaman öyle umulduğu gibi olmuyor. Dolayısıyla CHP ve İYİ Parti’nin yeniden ittifak kurup kuramayacağını bilmiyorum. Çünkü birazdan detaylarını konuşuruz; ama Devlet Bahçeli’nin açıklamasından sonra, gerçekten milliyetçi partilerde bir canlanma, bir hareketlenme oldu. Zafer Partisi’nde, İYİ Parti’de. Yavuz Ağıralioğlu Anahtar Parti adıyla yeni bir parti kurdu. Önümüzdeki aylarda onun performansına da bakacağız. Aslında milliyetçi partilerin kendi aralarında ittifak kurması gibi yeni ittifak modelleri de gündeme gelebilir. O yüzden tek çözüm İYİ Parti-CHP ittifâkı değil. Başka ittifak modelleri de gündeme gelecektir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bahçeli meselesine gelecek olursak, tekrar söyleyelim: Bahçeli, o büyük konuşmanın öncesinde pozisyonunu bayağı netleştirmişti. Sonra o büyük çıkış oldu ve en son Salı günü de tekrar, İmralı meselesinde konuşmasının arkasında olduğunu söyledi. Hattâ kendisine gelen milliyetçi eleştirilere, özellikle Müsavat Dervişoğlu’ndan gelen eleştirilere de çok sert bir şekilde cevap verdi.
Siz bu araştırmada, o en büyük konuşma olmadan dahi MHP’nin oylarında bir düşüş gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bunu doğrudan bu olaya bağlıyorsunuz, yanılıyor muyum?
Özpek: Doğru, en önemli gelişme bu. Bu şuna benziyor: Şehirde sıkça gittiğiniz ve belirli bir ürünü çok iyi yapan, çok iyi pişiren bir restoran düşünün. Meselâ çok iyi İskender kebap yapıyor. Ama bir gittiğinizde, birdenbire, artık İskender kebap yapmaktan vazgeçtiğini, vegan restoranı olduğunu söylüyor. Şimdi Milliyetçi Hareket Partisi’nin durumu biraz buna benziyor. Çünkü Devlet Bahçeli’nin, HDP’yi kapatmadığı için Anayasa Mahkemesi’nin bile kapatılması gerektiğini söyleyen bir tutumu vardı. Yine birkaç ay önce, DEM Parti milletvekillerinin maaş almaması gerektiğini iddia etmişti. Aslında bütün pozisyonunu millî güvenlik üzerine kuran ve muhâlifleri de millî güvenlik adına terör örgütüyle işbirliği yapmakla suçlayan bir jargonu var Devlet Bahçeli’nin. Bahçeli’nin alâmet-i fârikası bu. Şimdi birdenbire Öcalan’ı Meclis’e çağırması, çıtayı en yükseğe koymak anlamına geliyor. Bu da hâliyle birçok Milliyetçi Hareket Partisi seçmeninin kendisini kararsız olarak tanımlamasını berâberinde getiriyor. Yani alt kırılımlara baktığımız zaman, parti seçmeninin sâdece üçte biri, yarın seçim olsa yeniden Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy vereceğini söylüyor. En önemli gelişme bu.

Ruşen Çakır: “In Depth” raporunun en önemli kısmını, “Bahçeli niye böyle bir hamle yaptı?” sorusu oluşturuyor. Cevap olarak, “Kendisine oy çekmek”, “Muhâlefete oy kaybettirmek” ve tabiî ki özellikle bölgedeki son gelişmeler nedeniyle, “Ulusal güvenlik” seçenekleri var. Ama bunların hepsinin zayıf olduğunu söylüyorsunuz. Doğru mu okuyorum?
Özpek: Evet, çok doğru.

Ruşen Çakır: O zaman ne kalıyor geriye? Bir kere neden bunların olmadığını anlatır mısın? Meselâ kendine oy çekmek, karşı tarafa oy kaybettirmek, ulusal güvenlik. “Karşı taraf” derken, muhâlefeti olumsuz etkilemeyi kastediyorsunuz. Bunların hiçbirisinin asıl mesele olmadığını söylüyorsunuz. Raporda öyle okunuyor.
Özpek: Evet. Aslında toplumun çözüm süreci gibi bir talebi yok. Biz bu ay “Sizce Kürt sorunu Türkiye’nin öncelikli sorunlarından birisi midir?” diye sorduk; toplumun sâdece %27,3’ü, “Evet, Türkiye'nin öncelikli sorunlarından birisidir” dedi; %67,4’ü de, “Hayır, Kürt sorunu Türkiye’nin öncelikli bir meselesi değildir” diye cevap verdi. “Peki yeni bir süreç başlatılmalı mı?” diye soruyoruz; %38 “Evet” diyor, %50’ye yakın da “Hayır” diyor. Yani Devlet Bahçeli böyle yükselmekte olan bir toplumsal talebi temsil etmiyor. Toplumda Kürt sorununun çözülmesine dâir bir âcil durum yok, terör saldırıları insanları bunaltmış durumda değil, yoğunluklu çatışmalar yaşanmıyor. Kürt sorunun çözümüne dâir yüksek bir talep olmadığı için, Devlet Bahçeli’nin açıklamasıyla birlikte bu konu konuşulmaya başlıyor aslında. Yani orada bir temsîliyet sorunu var. Bu meseleyi konuşmanın Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy kazandırmadığını çok iyi görebiliyoruz. Dolayısıyla oy kaybettiriyor. Şu anda Tayyip Bey çok net pozisyon almadığı için, AKP oylarında bir hareket görmüyoruz; ama Milliyetçi Hareket Partisi’nin oylarını doğrudan etkiliyor. Yani aslında Cumhur İttifâkı oylarını doğrudan etkiliyor. O yüzden bu hareketin amacı daha fazla oy kazanmak olamaz.

Ruşen Çakır: Peki kaybettirme bahsinde, “DEM Parti’yi CHP’den koparmak ve iktidâra yaklaştırmak” seçeneği var, siz de bunu ele almışsınız.
Özpek: Evet, şundan rahatsız olunduğunu biliyoruz. 2015 Mart ayından îtibâren, Kürt siyâsî hareketi artık muhâlefetin bir parçası oldu. Daha öncesinde, Erdoğan’ın iktidar formülasyonu içerisinde, Kürtlerin muhâlefete de iktidâra da uzak durması dolayısıyla ortaya çıkan tabloda, hükûmetin, iktidârın muhâlefete daha galebe çalması gibi bir durum söz konusuydu. 2015 Mart’ı ile berâber bu durum değişti ve Kürtlerin muhâlefete gelmesiyle berâber Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidârı kaybettiği görüldü. Bu, 7 Haziran 2015’ten sonra niçin çok güvenlikçi ve çok otoriter bir dönem yaşadığımızın ve bu otoriterliğin niçin Kürt sorunu üzerinden kendisini ortaya koyduğunu da gösteren bir şey. O yüzden genel îtibâriyle Kürt siyâsî hareketini, HDP’yi kriminalize etme, dolayısıyla HDP ile işbirliği yapmanın da kriminal bir mesele olduğunu söyleme eğilimi ortaya çıktı. Yani genel îtibâriyle baktığınız zaman, Milliyetçi Hareket Partisi’nin başkanlık sistemini tavsiye etmesi de aslında bu sebepten neşet ediyordu. Parlamenter sistemde partiler sürekli olarak HDP şantajına mâruz kalacak, dolayısıyla başkanlık sistemi olursa eğer, HDP’nin Parlamento’yu kilitleme şantajlarına mâruz kalmadan istikrarlı bir iktidar kurulabilir. Yani başkanlık sisteminin de aslında Kürt sorunuyla alâkalı bir tarafı vardı. O yüzden genel îtibâriyle politika, Kürtleri muhâlefetten ayırma veyâhut Kürt hareketinin kriminalize edilmesi durumunda muhâlefeti buraya yamama gibi bir politika vardı. O yüzden Kürtleri muhâlefetten ayrı bir pozisyona sokmak, evet, muhâlefeti zayıflatacak bir şey.
Bir de kutuplaşma seçmeni var. Yani parti elitleri ne derse desin, Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü adaya oy vermeye hazır bir seçmen kitlesi var. Özellikle Kürtlerin metropollerde yaşayan kısmı, Tayyip Erdoğan’a karşı beslediği alerji, onların parti âidiyetinin daha üstüne çıkabilir. Parti, “Biz muhâlefet adaylarına oy vermiyoruz” dese dahi, eğer muhâlefet adayının kazanma ihtimâli varsa oraya yönelecek bir HDP seçmeni olduğunu görüyoruz. Daha önceki çalışmalarımızda da bunu gördük. Çalışmalarımızı boş verin, meselâ 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde hatırlarsanız Selahattin Demirtaş HDP oyundan %3,5 daha az oy almıştı ve Muharrem İnce’nin oy oranının %30’un üzerine çıktığını görmüştük. Yani eğer Erdoğan’ı mağlup etme ihtimâli varsa, parti elitlerinin yaptığı anlaşmalardan, dediklerinden bağımsız olarak, seçmen kendi irâdesiyle gidiyor ve muhâlefetteki en kuvvetli adaya oy veriyor. Bu ilginç bir şey. Bu İYİ Parti’de de böyle, son yerel seçimde gördüğümüz gibi HDP’de de böyle. Yani o “kutuplaşma seçmeni” dediğimiz seçmen, parti seçmeninden daha farklı reaksiyon gösteriyor. Dolayısıyla Bahçeli’nin bu açıklaması, “Öcalan’ı siyâsî bir figür hâline getirelim, dolayısıyla DEM Parti Öcalan’ın uhdesine girsin, Öcalan DEM Parti’yi yeniden organize etsin ve %10’luk o HDP seçmenini istediğimiz istikamete yönlendirelim” anlayışı aslında çok da gerçekçi olmayabilir. Yüzde 1’i, 2’yi, belki yüzde 5’i yönlendirebilirler; ama Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle batıda ve metropollerde yaşayan “kutuplaşma seçmeni” dediğimiz Kürtler, yeniden muhâlefetin bir parçası olabilir. Üstelik her fırsatta Kürtlerle işbirliği yaptığı için muhâlefeti kriminalize etme gibi bir enstrümana sâhip olan hükûmet, bundan da yoksun kalabilir. Yani muhâlefet yeniden milliyetçi seçmenlere, daha sağ seçmenlere de ulaşabilir bu sâyede. O yüzden, Bahçeli’nin hamlesinin ne kendi oyunu artırmak ne de muhâlefetin oyunu zayıflatmak gibi bir amacı olduğunu düşünüyoruz; yani asıl amacının bu olduğunu düşünmüyoruz açıkçası.

Ruşen Çakır: Peki güvenlik meselesini niye düşünmüyorsun? Yani bu Ortadoğu, Suriye, İran, İsrail meselesi, Bahçeli’nin o söylediği “iç cepheyi kuvvetlendirme” önermesi niye tatmin edici gelmiyor sizin araştırmanızda?
Özpek: Biz bu raporu bu ay gerçekten geç bitirdik. Bunun sebebi de tam raporu bitirdiğimiz sırada bu kayyum gelişmelerinin olmasıydı. O yüzden size de biraz geç yolladık. Jeopolitik dengelerin değişmesi tabiî mümkün. Devletler jeopolitik dengelerin değişmesine göre reaksiyon verebilir. Fakat bize anlatılan şöyle bir hikâye var: MHP ve AKP arasında kusursuz bir eşgüdüm var. Bu kusursuz eşgüdüm devam ederken, birdenbire bölge jeopolitiği değişiyor ve devlet aklı bir reaksiyon verme ihtiyâcı duyuyor. Devlet Bahçeli de devleti yöneten koalisyonun sözcüsü olarak çıkıyor, kendisini imhâ etme pahasına, oy kaybetme pahasına böyle bir tepki veriyor. Şimdi bizden inanmamızı istenen senaryo bu. Fakat bu kayyum hâdiseleriyle berâber şunu görüyoruz ki böyle objektif olarak tanımlanan bir jeopolitik tehdit yok. Birkaç günde jeopolitik dengeler değişmeyeceğine göre, Öcalan’ı serbest bırakmayı ya da Meclis kürsüsünde konuşturmayı gerektirecek jeopolitik birkaç gün içerisinde değişmeyeceğine ve kayyum atamalarını açıklayamayacağına göre, ortada dış politikayla alâkalı bir durum olduğunu da düşünmüyoruz. Kaldı ki meselâ Türkiye, milliyetçi ve güvenlikçi ajandasını sürdürebilmek için, dış politikada gerekirse kendi âlî çıkarlarını ya da eski geleneksel ittifaklarını fedâ etmiş bir ülke. Afrin Operasyonu’yla birlikte, S-400’ler meselesiyle birlikte Türk-Amerikan ilişkileri çok ciddî zarar gördü. Türkiye, Rusya’yla çok yakın ve asimetrik ilişkiler kurmaya başladı. Barış Pınarı Operasyonu kezâ aynı şekilde. Türkiye, dış politikadaki gelişmelere göre kendisini organize etseydi, Kürt meselesinde şu âna kadar daha ılımlı ve bölgedeki Kürtlerle daha işbirliğine yakın olma gerekçesini zâten çok daha öncesinden bulabilirdi, fakat bunu yapmadı. Dış politikayla, jeopolitikle çatışma opsiyonunu tercih etti. O yüzden hem kayyum meselesi hem de dış politikanın geleneği, yani Kürt meselesini öncelikli güvenlik meselesi olarak îlân edip diğer gelişmeleri buna göre okumak ve gerekirse meydan okuma geleneği, bize bu güvenlik opsiyonunu pek düşündürmüyor açıkçası.

Ruşen Çakır: Peki şimdi geriye ne kalıyor diyeceğim. Ben biliyorum aslında raporda buna esas gerekçe olarak ne söylediğinizi, ama izleyicilerimiz senden duysun. Bahçeli’nin kendisi için bu riskli adımlarını ne olarak değerlendiriyorsunuz?
Özpek: Biz raporda şunu iddia ediyoruz: Cumhur İttifâkı yekpâre bir bütün değil. Cumhur İttifâkı bileşenleri arasında aslında bir rekabet var ve bu da çok normal, çünkü iki tâne farklı parti var burada. “Pazara kadar değil, mezara kadar birlikteyiz” söylemi, aslında gerçeklikten son derece uzak bir söylem. Çünkü sonsuza kadar ayrışmayacak iki yapının aslında iki yapı olmasına gerek yoktur. Bunlar kendi aralarındaki rekabeti “romantik” sözcüklerle gizlemek isteyebilirler; fakat biz bunu böyle düşünmüyoruz. Biz MHP ve AKP arasında ciddî bir rekabet olduğunu düşünüyoruz. Dediğim gibi bu normal, çünkü kaynaklar kısıtlı, farklı kadrolar, farklı ekipler var. Bunlar kaynakları paylaşmak istiyorlar. Her zaman da uyuşamıyorlar, bu son derece normal.
İkincisi, MHP’nin partnerliği Tayyip Erdoğan için siyâsî kayıp üretmeye başladı. Son yerel seçimlerde de bunu biraz gördük aslında ve daha yaratıcı bir yol izleyebilir. Dikkat ederseniz, biz son 6-7 aydır sürekli olarak iki partinin birbirleriyle gizli rekabetine başka meseleler üzerinden tanık oluyoruz. Meselâ Sinan Ateş cinâyetini toplum konuşuyor. Siz çok eski bir gazetecisiniz, biliyorsunuzdur, Türkiye’de insanlar bir meseleyi konuşuyorsa, konuşulmasını istedikleri için konuşuyorlardır. Bu meseleler toplumun önüne bir şekilde sunulduğu için toplum bunları konuşuyordur. Sinan Ateş’in katil zanlılarını taşıyan otomobilin hangi başka otomobille yan yana durduğunun fotoğraflarına kadar kamuoyu bilgilendiriliyorsa ve biz bu konuyu konuşuyorsak, aslında burada başka bir şey vardır. Tecrübeli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bunun biraz farkındadır. Veyahut Yenidoğan Çetesi meselesi, çok basit, mâsumâne, idealist bir savcının operasyonu da olmayabilir. Yani başka bir siyâsî mücadelenin bir sâhası da olabilir orası. Dolayısıyla, biz bu iki aktör arasında bir rekabet olduğunu düşünüyoruz ve bu rekabette, yine sanılanın aksine, hükûmete bağlı kalmak isteyen tarafın, bu ittifâkı bozmak istemeyen tarafın Devlet Bahçeli olduğu kanaatindeyiz.
Hatırlarsanız, yerel seçimlerden önce Devlet Bahçeli’nin Erdoğan’a yönelik “Bizi bırakma” diyen bir konuşması vardı ve bu epey konuşulmuştu. Özellikle bu normalleşme süreciyle berâber, yani AKP ve CHP arasında normal ilişkilerin kurulmasıyla berâber, ben, Devlet Bahçeli’nin algıladığı stresin arttığı kanaatindeyim. Bu stres arttıkça, Devlet Bahçeli AKP ile arasında mesele olabilecek, ilişkileri koparabilecek netâmeli mevzûları bence temizleme gayreti içerisinde. Bundan dolayıdır ki Kürt meselesinde en radikal, çıtayı en yükseğe koyan çıkışı alıp AKP’ye, “Kürt meselesinden dolayı MHP ile ayrıldık” argümanını vermiyor dikkat ederseniz. Bu ilginç bir şey.

Ruşen Çakır: Sen ülkücü hareketi çok iyi biliyorsun. Anladığım kadarıyla âile çevrende epeyce bir ülkücü var.
Özpek: Evet, babamdan ve annemden.

Ruşen Çakır: Salı günü Devlet Bahçeli’nin konuşmasını dinlediğimde, çok ciddî bir şekilde, ben onu Kürt realitesini tanıdı diye yorumladım yaptığım değerlendirmede. Ama bugün Mümtaz’er Türköne’ye yayında https://medyascope.tv/2024/11/08/devlet-ile-hukumet-arasindaki-gerginlik-video/ sordum bunu. O da, “Eskiden de böyleydi, ama sonra işin içine PKK girince değişti” diye değerlendirdi. “Kürt kökenli vatandaşlarımız” söyleminden “Kürt kardeşlerimiz” söylemine geçmiş bir Bahçeli var. Açık açık “Kürt” diyor, kardeşlikten söz ediyor. Birlikte bir şeyler kurmaktan, önyargılara karşı durmaktan bahsediyor. Bunlar bana çok şaşırtıcı geldi. Mümtaz’er Türköne şaşırmamış. Sen şaşırdın mı?
Özpek: Şaşırmadım, çünkü Ziya Gökalp’in metinlerinde de geçiyor.

Ruşen Çakır: Evet, Mümtaz’er de Ziya Gökalp’in “Türkü Sevmeyen Kürt, Kürt Değildir. Kürdü Sevmeyen Türk, Türk değildir” sözünün örneğini verdi. Bu hakîkaten bu kadar benimsenmiş bir şey midir?
Özpek: Tabiî tabiî. Ziya Gökalp ülkücülerin tekelinde olduğu için, ülkücü olmayan diğer grupların çok itibar göstermediği ve okurken önyargıyla yaklaştığı bir düşünce adamı. Fakat baktığınızda, Kürt meselesi bağlamında gerçekten çok özgürlükçü şeyler söylediğini görürsünüz. Hattâ onunla ilgili sosyalist bir yazarın yazdığı bir kitabı okumuştum. Yazar, “Çok şaşırdım, böyle bir şey beklemedim” diyor. Aslında Ziya Gökalp’in bize yansıyan tarafı I. Dünya Savaşı sırasındaki daha duygusal, daha romantik, daha Turancı şiirleridir. Fakat onun dışında, Ziya Gökalp ciddî anlamda bu kurumsal devlet, korporatist ekonomi, yeni çağdaş bir cemiyet yaratma, farklı kimlik gruplarının bir arada yaşayabilmesine dâir çok önemli şeyler söylüyor, çok medenî bir öneri ortaya koyuyor. Bununla berâber, aslında Nihal Atsız da Kürt realitesini tersten tanımıştır. Yani “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk”tür ibâresini, Nihal Atsız, “Ne münâsebet?” şeklinde karşılamıştır. “Kürtler niye Türk olsun ki?” anlamında. Çünkü onun zihnine göre arada bir hiyerarşi vardır. Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yaşayan Türkler, sınırların dışında yaşadığı için, niçin Türk olma sıfatını kaybetmiştir? O yüzden Nihal Atsız da aslında bunu tanır. 70’li yıllarda, doğrudan Alparslan Türkeş’in tâlîmâtıyla çıkartılan bir Kürtçe dergi olduğunu da biliyoruz. Derginin ismi KON. Bunun hikâyesini de dinlemiştim. Dergi, Kürtlere bildiğiniz vatan millet sevgisini Kürtçe anlatıyor. Ama ancak bir sayı çıkıyor, sonrasında dergi kapatılıyor. Yani Kürt realitesiyle ilk defa tanışmıyor. Hattâ 2000’lerin başında Devlet Bahçeli’nin ortaya koyduğu bir yaklaşım vardı. Bu etnik kimlikleri bir alt kimlik olarak tanımlıyor, Türklüğü bir üst kimlik, bir vatandaşlıkla özdeşleştiren bir kimlik olarak tanımlıyor. Hattâ bir reklam filmi vardı hatırlarsınız, birlikte horon çekiyorlar, halay oynuyorlar. Yani ilk defa böyle bir durumla karşılaşmıyoruz.
Fakat Kürt meselesinin ötesinde bu Öcalan meselesi ilginç. Eğer Bahçeli farklılaşacaksa, Öcalan’la olan ilişkisi üzerinden farklılaşıyor. Çünkü Bahçeli aslında ideolojik bir tutkuyla hareket etmek yerine, iktidar tutkusuyla hareket ediyor bana sorarsanız ve iktidarda kalmak, onun desteklediği koalisyonun iktidârını muhâfaza etmesi ideolojik esnemelere sebep oluyor. 2019 senesini hatırlayalım: Abdullah Öcalan bir mektup yazdı ve İstanbul’da yaşayan Kürt seçmene tarafsız kalmasını söyledi. Devlet Bahçeli de hemen ardından yayınladığı mektupta, Kürtlere, Demirtaş yerine Öcalan’ın dinlemesini salık veriyordu. Bahçeli’nin Kürt siyâsî hareketini Öcalan’ın kontrolüne sokma girişimi ilk kez değil, 2019’da da yaşadık biz bunu. O zaman seçim heyecânıyla falan unutuldu ve insanlar, nedense anlamadığım şekilde Öcalan’ın kardeşinin TRT’ye çıkmasına takıldılar. Ama asıl mevzû buradaydı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı, Kürtlere, “Demirtaş'ı dinlemeyin Öcalan’ı dinleyin” dedi. Çünkü Demirtaş Bahçeli’ye iktidârını kaybettirirken, Öcalan Bahçeli’nin iktidârının devam etmesi için bir şeyler söylüyordu. O yüzden biz burada Devlet Bey’in asıl önceliğinin ideoloji olmadığını, iktidar olduğunu anlıyoruz. Burada da biraz böyle bir mesele var aslında.

Ruşen Çakır: Siz bu araştırmayı yaptıktan sonra peş peşe birçok şey oldu. Böyle bir tâlihsizlik yaşadınız, ama herhalde Kasım ayı araştırmanızda bunları konuşacaksınız. Önce CHP Esenyurt Belediyesi’ne, sonra DEM Partili üç belediyeye kayyum atandı. Zâten Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanması başlı başına çok önemli. Bir de başka illere de kayyum atanacak mı atanmayacak mı meselesi de var. Bahçeli’nin Öcalan’la ilgili söylediği ve sonra Salı günü bunu tekrar ettiği konuşması var, bir de Ankara’daki TUSAŞ saldırısı var. Bunların hepsi peş peşe geldi. Bahçeli’nin kayyum atanmasından çok memnun olmadığı yorumunu yapanlar var. Katılır mısın?
Özpek: Bahçeli ifâde etti zâten; Ahmet Türk’ten sitâyişle bahsetti. Onun bir Kürt ağası olduğunu söyledi — ki burada onun aristokrat özelliğine vurgu yapıyor ve o, sıradan, Türklerin tiksindiği PKK’lı profilin dışında, gerekirse devletle işbirliği yapabilecek bir persona olarak sunuyor. Ahmet Türk’ün ağalığına yaptığı vurgunun sebebi o. Bahçeli’nin dün Ahmet Türk’le telefonla görüştüğü haberini okudum, hattâ Medyascope’ta okudum yanılmıyorsam. 

Ruşen Çakır: Ama o görüşme kayyum atanmasından birkaç gün önce olmuş. Bu haberi oradaki yerel bir medya kuruluşu yaptı, biz de oradan aldık. Görüşme kayyumdan birkaç gün önce olmuş.
Özpek: Aslında bu, Bahçeli’nin haberi olmadığını gösteriyor. Bahçeli sâhip çıktı Ahmet Türk’e. Biz de zâten raporda bunu söylüyoruz. Bizler Tayyip Erdoğan’ı tanıyoruz. Ben 2013-2015 arasındaki Çözüm Süreci’ni gün be gün arşivleri okuyarak çalıştım. Biliyorsunuz, bu barış süreciyle alâkalı İngiltere’de bir kitabım çıktı. O kitapta da Tayyip Erdoğan’ın tarzına ilişkin bir şeyler buluyoruz. Tayyip Bey doğrudan kendisini riske atabilecek, ileride sıkıntı oluşturabilecek ve politika değişikliği yaptığı zaman canını sıkabilecek tek kelime etmiyor. Bu işin içerisine âkil adamlar giriyor, yandaş gazeteciler giriyor, sivil toplum kuruluşları giriyor, alâkasız birçok insan bu işin içerisine giriyor; ama Tayyip Bey sanki uzaktan iknâ edilmesi gereken, etrâfında barış isteyen bir grup romantik insana “Hayır” diyemeyen, lütûf olarak sürecin içinde kalan bir kişilik gibi kendisini ortaya koyuyor. Bu, Tayyip Bey’in tarzına ilişkin bir şey. Tayyip Erdoğan bu meseleyi aktörlere havâle eder, zamana yayar, açılım umûdu pekişir, kapalı kapılar arkasında müzâkereler döner. Tayyip Bey’in tarzı, grup konuşmasında çıkıp, “Öcalan gelsin DEM Parti grubunda, Parlamento’da konuşsun” gibi ânî bir çıkışı kaldırabilecek veyâhut buna hoşgörüyle bakabilecek bir tarz değil, bunu çok net olarak söyleyebiliriz. Erdoğan Kürt meselesiyle ilgili konuştuğu zaman, Selâhaddin Eyyûbî’den konuşur, İdris-i Bitlisî’den konuşur, ama “güç bölüşümü anlaşması” ya da “güçlendirilmiş yerel özerklik” veya “silâh bırakma süreçleri” gibi, kendisini sıkıntıya sokabilecek pek bir şey söylemez. O yüzden, Devlet Bey’in bu hamlesini çok benimsediğini düşünmüyorum. Bunu raporda da yazdık.
Ama Devlet Bahçeli’nin bir tarzı var, buna siz de dikkat etmişsinizdir. 2016’da OHAL döneminde, şartlar Erdoğan’ın son derece lehineyken bile, Erdoğan ve etrâfındakiler başkanlık sistemi bahsini açmaya çekinirken, çıktı ve başkanlık sisteminin bir beka meselesi olduğunu ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin bunu destekleyeceğini söyledi. Ardından süreç gelişti. Gelişen süreç içerisinde başkanlık sistemini getiren bu sistemin sâhibi olan, bu sistemi koruyan, gözeten aktör de Devlet Bahçeli oldu. Aslında Devlet Bahçeli’nin bu iktidar formasyonunda yeri, meşrûluğu, ağırlığı buradan geliyor. Yani Sayın Dr. Devlet Bahçeli başkanlık sisteminin sâhibi oldu.

Ruşen Çakır: Bu söylediğin çok önemli, evet. Sözünü kesmediysem, son bir soru sormak istiyorum. 
Özpek: Kısaca şunu söyleyeyim: Burada da çok benzer bir şeyden, Devlet Bey’in siyâset yapma tarzıyla alâkalı bir şeyden bahsedebiliriz. Tayyip Erdoğan’ın yeni bir siyâset inşâ edeceği, yeni bir sürece başlayacağı ya da Kürtlerle daha ılımlı bir diyalog projesinin konuşulduğu biliniyor Ankara’da; bunları hepimiz biliyoruz, duyuyoruz. Devlet Bahçeli’nin bu çıkışını, yani Öcalan’ın Meclis’te konuşmasını, Tayyip Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanı olması için yapılacak anayasa değişikliğine bağlaması, yine benzer bir şekilde, önümüzdeki dönem kurulacak iktidarda söz sâhibi olma ve sistemin sâhibi olma arayışından kaynaklanıyor bize sorarsanız. Bahçeli, Kürt meselesinde o kadar radikal bir noktadan elini açıp kendisini pozisyonladı ve bunun da anayasa değişikliğiyle ilişkili olduğunu söyledi ki, bundan sonra atılacak adımlar ve Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olmak için yapacağı anayasa değişiklikleri, bir anlamda Devlet Bahçeli’nin sâyesinde, onun kurduğu, sınırlarını onun çizdiği oyun sâyesinde olacak. Devlet Bey de yeni oluşacak iktidârın aslında çok önemli bir parçası, vasîsi olarak devam edecek.

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. “In Depth Raporu”nda göremedim, ama MetroPOLL Araştırma her ay bunu yapıyor. Yani liderleri, parti başkanlarını ya da öne çıkan siyâsetçileri soruyor. Şu anda tabloyu göremediğim için soruyorum, merak da ediyorum. Bununla ilgili önemli bir değişiklik var mı? Her ay yapıldığı için elinizin altında o tablo vardır. Kaydadeğer bir iniş çıkış var mı?
Özpek: Aslında var, iki tâne veri paylaşabilirim burada. Birincisi, biz bu ay diyadik (çift çift) soru sorduk. Erdoğan karşısına üç isim çıkarttık. Bunlardan biri Ekrem İmamoğlu, biri Mansur Yavaş, biri de Özgür Özel. Muhâlefet tek adayla Erdoğan’ın karşısına çıktığı zaman, yani “Erdoğan mı Mansur Yavaş mı?” sorusu sorduğumuz zaman, Recep Tayyip Erdoğan %28,7, Mansur Yavaş %53,8 gibi bir oy oranına ulaşıyor. Şu andaki tablo bu. Yüzde 10 “İkisine de oy vermem” diyor, %7 “Fikrim yok, cevap yok” diyor. Ekrem İmamoğlu’nu sorduğumuz zaman, Ekrem Bey %49 alıyor, Tayyip Erdoğan %30 alıyor. Yani arada bir 19 puanlık fark var. İmamoğlu’nun çok rahat kazandığı bir durum ortaya çıkıyor. Bu soruyu Özgür Özel için de sorduk. Oy biraz daha düşüyor Ama Tayyip Erdoğan %32 alırken, Özgür Özel %45 alıyor. Yani burada muhâlefetin bütünlüğünü koruması ve tek adayla Tayyip Erdoğan’n karşısına çıkması çok önemli. Özgür Özel’e gelince, AK Parti seçmeninin bile, Tayyip Erdoğan’a %65 oranında oy verdiğini, bu seçmenin %20’sinin Özgür Özel’e oy vereceğini beyan ettiğini görüyoruz. Çok enteresan bir tablo var ortada. Tabiî bunun farklı sebepleri var. Diğer sorularımızda da ciddî anlamda bunu gördük. Meselâ ekonomi konusunda oldukça olumsuz bir hava var toplumda.
Bir de beğeni oranları hakkında bilgilendireyim. Orada da ilginç bir durum var. Mansur Yavaş, mart ayından îtibâren ilk defa %60 bandının altına düştü. Yüzde 57 olarak ölçtük. Bunun, özellikle Mansur Bey’in konuşmasından ve siyâset yapmaya başlamasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu âna kadar konuşmayan, çok da eleştirilmeyen, hakkında pek bir şey konuşulmayan, genel îtibârıyla hem iktidar hem muhâlefet kanadından takdir edilen bir isimdi. Ama dikkat ederseniz, özellikle CHP’nin Tüzük Kurultayı’ndan îtibâren sürekli Mansur Yavaş konuşuluyor. Mansur Bey de konuşmaya başladı ve daha milliyetçi, daha sağcı bir tutum benimsiyor. Tabiî bu kaçınılmaz olarak onun popülaritesini biraz azaltıyor, bu çok normal bir şey. Siyâsetçiler bir pizza değildir, siyâsetçileri herkes sevemez. Mansur Bey’in beğeni oranı %67’ye çıkmıştı biliyorsunuz, şimdi bir düşüş var; yüzde 57 olarak ölçtük.
Ekrem Bey’in daha sâbit giden bir beğeni oranı var. Bu da Ekrem Bey’in sürekli siyâsî polemiklerin içerisinde olmasından kaynaklanıyor. Ekrem Bey eleştiriliyor da övülüyor da. Yani aslında çok daha elini kirleten bir lider. Fakat Ekrem Bey’in beğeni düzeyi de, buna rağmen %48,1 yani %50’ye yakın bir beğeni düzeyi var. Özgür Özel’in %34,6 ; Tayyip Erdoğan’ın ise %34,4. Yani Mansur Bey ve Ekrem Bey beğeni düzeyi açısından açık ara öndeler. Geçen ayla kıyasladığımızda, Mansur Bey’de 6 puanlık bir beğeni düşüşü olmuşken, Ekrem İmamoğlu %48,2 iken, bizim ölçümlerimize göre %48,1’e düşmüş. Tayyip Erdoğan’ın beğeni düzeyinde ise 5 puanlık bir düşüş var. Geçen ay %39 ölçmüştük, bu ay %34 ölçmüşüz. Yani, iktisâdî koşullar zorlaştıkça –mâlûm, kış aylarına giriyoruz–, bu tablo biraz daha ağırlaşacaktır, ama tabiî bakacağız.

Ruşen Çakır: Burak, çok teşekkürler. Bu ayı da böyle kapatmış oluyoruz. Kasım ayının raporunu merakla bekliyorum; çünkü daha da çok şey olacağa benziyor. Bakalım, hayırlısı. Çok teşekkürler Burak.
Özpek: Ben teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Her ay yaptığımız gibi, bu ay yine Burak Bilgehan Özpek’le, MetroPOLL araştırmanın Ekim ayı “In Depth”, derinlemesine analiz raporunu konuştuk. Kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
01.12.2024 RTÜK İslam dinini kurtarabilir mi?
24.11.2024 Kürt realitesi, Kürt sorunu realitesi, Kürt siyasi hareketi realitesi
20.11.2024 Transatlantik: Hamas Türkiye’ye mi geliyor? Rusya-Ukrayna savaşında kritik dönemeç - Trump’ın ekibindeki isimler
19.11.2024 Nihayet birilerinin beklediği ve umduğu gibi Devlet Bahçeli geri adım mı attı?
18.11.2024 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişâtı (3): Muhâlif belediyelere kayyumlar, soruşturmalar ve para cezâları
13.11.2024 Transatlantik: Trump döneminde Amerika’nın dış politikası
10.11.2024 Abdullah Öcalan’a sormak istediğim 20 soru
10.11.2024 Hasan Cemal ile söyleşi: Zamâne Diktatörleri
07.11.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Bahçeli DEM Parti açılımından ne umuyor, ne bulabilir?
06.11.2024 Transatlantik: Trump nasıl kazandı? Türk-Amerikan ilişkileri nereye?
01.12.2024 RTÜK İslam dinini kurtarabilir mi?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı